From Beer to Eternity

0
Klişe ama ancak böyle anlatabileceğime inanıyorum 84534 yıllık Cheers sevgimi...

Cheers'ı izlemek için 10 neden.

1.Shelley Long
2.Diane Chambers
3.Kelime oyunlarıyla yapılan esprilerin 25 yıl öncesine ait olmasına rağmen hala size kahkaha attırabilmesi.
4.Sam Malone (Ted Danson) karakterinden gayet hoşnut olmam.
Çok mühim bir dip not: Bugüne kadar hayranı olduğum tüm dizilerin baş karakterinden nefret etmekteyim. bkz: The X Files, Fox Mulder ; ER, John Carter ; Battlestar Galactica, Laura Roslin ...
5.Kahkaha efekti sandığınız seyirci seslerinin aslında gerçekten çekimde orda bulunan ve "live studio audience" şeklinde tanımlanan seyircilerden geliyor olması.
6.TV tarihinde en güzel tanımlanamayan ilişkilerden birini barındıyor olması (Chambers vs. Malone)
7.Norm ve biraya duyduğu aşk ve bu ikili hakkındaki her şey.
8.Carla'nın Diane için söylediği her şey.
9.İki bölüm sonrasında barda her zamanki yerinizde oturup olanları izlediğinizi hissetmektenizden öte bilmeniz.
10.Bıkmadan usanmadan kahkaha atabilmeniz.

Bir adet Cnbc-e dergisi yazısına çok falza benzese de güzel olur,hoş olur hatta ve hatta "nice olur"

DS.

"where everybody knows your name"

0

Çok ama çok kısa bir süre sonra cheers yazısına vakit ayırabileceğime inanıyorum. Az sonra kendisini 6. kez baştan sona izlemeyi bitirmemle alakası da yok değil tabi bu inancımın. 25 yıl önce çekilmiş olmasına rağmen hala beni bu diziden daha falza güldürebilen bir şeyle karşılaşmadım. Çok yakında "from beer to eternity" ...

DS.

Carrington

0
İlk defa 2004'te cnbc-e de izlemiştim. O zaman bu kadar aşırı derecede Emma Thompson saplantım olmadığı halde takılmıştı gözüm filme. Dora Carrington'ın hayatı anlatılmakta filmde. Gerçekten "spoiler" vermeden anlatmaya çalışacağım filme karşı beslediğim duyguları. Öncelikle 15 dakika önce bitirdim izlemeyi. Sanırım 4. kez izledim Carrington'ı. Bilmezdim ki çok daha fazlasını hak ediyormuş. Kelimelerle anlatılamayacak bir aşkı dile getirme çabası romantizmden hiç bu kadar uzak olmamıştır bana göre.
İnanılmaz bir şekilde içinize işleyen bir konu. Kendinizden bir parça bulabileceğiniz filmlerden değil,kesinlikle değil. Belki de budur filmin en etkileyici yanı. Belki de savaş, edebiyat, sanat gibi konuları harmanlamasıyla bu etkiyi yaratıyordur insanın üzerinde.

İngiliz filmlerinden vazgeçemeyeciğimin yegane göstergelerinden biri olmuştur an itibariyle Carrington. Michael Nyman'ın mükemmel müzikleriyle beraber gerçekten düşüncelerin yok olması gerektiği bir anda izlenilecek bir yapıt. "Every curl of your beard" eğer ki filmi izledikten hemen sonra soundtrackini dinleyenlerdenseniz bu parçaya dikkat etmenizi dilerim. Size neler çağrıştırdığına çok dikkat edin,beklediğinizden çok daha yoğun olabilir.

Her satırıyla, her sahnesiyle enfes bir çalışma diyorum. Emma Thompson hayranlığımın belki de üstünde en az etkisi olan filmlerden biri diyorum (ki çok önemli bir etkendir bu filmin beynimdeki yeri üzerinde). Tabi Alex Kingston ve Emma Thompson'ı aynı karede görmek de büyük bir mutluluk ve süpriz olmuştu benim için vakti zamanında...
Emma Thompson, seviyorum...

Re - View

0
5 hafta içerisinde izlediğim 30. filmden sonra artık blogun amacını gerçekleştirmenin vakti geldi diye düşündüm. Gerçi çok kısa olcak ama başlamak mühimdir.

Neden Jeux D'enfants a denk geldim 30. filmde o da ayrı bir sorudur. Fantastik gibi olup da olmamak, arada kalmak ve çıkamamak, herkese istediğini düşünebilme veya hayal edebilme,istediğine inanma özgürlüğünü vermek. Yokum diyorum. "Bir yere" kadar çok güzel idare eder lakin izleyen de kesinlik denen kavramın hazzını duymak ister bu "bir yerden" sonra. Ben istiyorum. Genelleme yok, evet ilk şartım bu olmalı zaten. Genelleme yok. Zevk,renk klişesi var mı? Olmasa daha iyi aslında. İkna etme çabası da yok. Neyse sapmayalım. JÖDANFAN' ... Aslında orta seviyede beğenilecek bir film değil. Öyle kaldı ama ben de ya. Garip bir şekilde. Beğeneni çok, mutlu olsunlar diyorum. Betona inanıyorum diyorum. Renkler güzel,önemli ama Nanny McPhee vardır renk denildi mi.

Fransızcayı özlemişim.

O zaman pek yakında ile devam edelim: The Remains of the Day (event of the year)

DS.

saatler

0
Tamam film izlemek zevk alarak yaptığım şeylerin önde gelenlerindendir. Ama onlarca tanıdığım gibi festival filmlerinden, yönetmenin pskolojisinden, loş ışıkla çekilmiş sigara dumanı sahnesinin karakter üzerindeki etkisinden yüzlerce edebi kelime kullanarak bahsedemem. Ama üç satırlık cümle yazabilirm. Evet. Neyse sadece film izlemeyi seviyorum. Çok basit bir fiille de tanımlayabiliyorum bunu yeri geldiği zaman. Bir saat elli üç dakika boyunca her şeyden uzaklaşmak... İnsana verilebilecek en güzel hediyedir, hele ki film içinde Emma Thompson'ı barındırıyorsa. (bu konuda deşilecek, merak edilmesin)

Oynat düğmesine basıldıktan itibaren saatlerin durması gerek ama. Kesinlikle bu olmalı. Durmadan usanmadan bıkmadan film izlemek istiyorsa birileri, ona bu şans bir sınırlama olmadan verilmeli. Gene diyorum, her zaman dedim günler 30 saat olmalı diye. Bir kişinin bile kalkıp itiraz edeceğini zannetmiyorum. İnsan vücudunun gereksinimleri ve normal hayat düzenindeki saatler aynı kaldıktan sonra. Zaman önemli. The Hours. O da canımdan can alan en güzel üçüncü filmimizdir. Hakim olamıyorum gördüğünüz gibi saplantılı beğenilerime. J'adore...

Ayrıca soundtrack denilen şeyler çok mühimdir. Başlangıçta sadece göze hitap eden şeyler dediğim için soundtrack arşivimin bana çok pis bakışlar attığını hissettim. Soundtrack -film müzikleri- dediğimiz yegane parçalar size sadece filmin ya da dizinin o sahnesini hatırlatacak dinletiler olmamalıdırlar. Sahneyi gördüğünüz anda o müzik aklınıza gelmeli. Ben de iyi bir film müziğini ancak böyle ayırt edebilirm.

Her neyse konu inanılmaz genişliyor. Gerçekten anlatılacak çok şey var. Ama sırası olmalı hepsinin sanki. Öyle olması da gerekmiyor halbuki ama çok fazla konu ve bir o kadar da fazla ayrıntı olunca düşüncelerin en net bu şekilde belirtilebilir olduğuna inanmaktayım. Edebiyatın da dibine vurmaktayım.

ooorövuğaaa

"hello world"

1
Türkçe mi İngilizce mi yazsam hala karar veremedim derken kelimeler birden anlamını yitiriverdi. Türkçe başlansın sonrası ne gösterir bilinmez diyeyim o zaman.

DİKKAT: Bu bir iç dökme blogu değildir. Sadece "übersüpernörd"lüğümün somut bir kanıtı olacaktır bu blog. Sevilen sevilmeyen, izlenen izlenmeyen,bayan baymayan pek çok film, dizi, video vb. her türlü göze hitap eden türler hakkında fikir beyan etme mekanı olacaktır BYGONES. Aslında yalan... Fikir beyan etmeden daha çok "2 saatlik bir şey alt tarafı,neyini seviyorsun bu kadar?" klişesinin her taraftan fırlayacağı bir yazı dizisi beklemektedir sizi.

Umarım bu tür klişelerden kurtarabilirim bu blogu okuyacak herkesi. Tek amacım budur.

Saygılar...

DS.