Lambs Screaming

3

Empire dergisinin 20. yılını kutlama amaçlı yaptığı fotoğraf çekiminden bir kare... İki üç ay öncesine ait aslında fotoğraf. Yeni gördüm, ağzım açık bakıyorum yarım saattir. Unutulmaz filmlerin unutulmaz oyuncularını bir araya getirme projesi yapmış dergi. Teşekkür ediyorum emeği geçen herkese. Anthony Hopkins ve Jodie Foster. Fotoğraf çok güzel ama be...
Orjinal linkine ulaşamıyorum an itibariyle.Unforgiven, Matrix ve türevleri içeride bulunmaktadır.
http://www.stumbleupon.com/su/231Lm1/atticus-flinch.livejournal.com/473373.html%3Fmode%3Dreply

The Hours

2

Dün Michael Cunningham'ın romanını bitirdim ve elim hemen The Hours'un DVD'sine gitti. Bu da bu sene kazandığım bi alışkanlık. Baş ucu filmlerimden kitaptan uyarlama olanlarının kitaplarını orjinal dilinde okuduktan hemen sonra filmi tekrar izlemek ve senaristin nerede, nasıl eklemeler veya çıkarmalar yaptığını gözlemlemek ve nedenini sorgulamak. The Hours'ta da aynısını yaptım yani...
Film izlemeye kıyamadığım filmlerin başında gelir aslında. Çok narin, çok karmaşık, çok yoğun... Üç kadın üç hikaye gibi sıradan bir betimlemeye başlamayacağım tabi ki filmi anlatmaya... Film öncelikle Virginia Woolf'un zekasını ortaya koyuyor. Zaten dün izlediğim belgeselde de Michael Cunningham'în kitabı yazamaya başlama sebebi Woolf'un zekasına olan hayranlığı.

Virginia Woolf 1923 İngiltere'sinde kitabı yazmaya başlıyor. 1951'de Laura Brown Los Angeles'ta kitabı okumaya başlıyor. 2000'li yılların New York City'sinde ise Clarrissa Vaughn, kitabın karakteri olan Mrs. Dalloway'in o gününü yaşamaya başlıyor. Beklenileceği gibi bu üç kadının arasındaki tek bağ sadece kitap değil tabi. Sahneler gözünüzün önüne geldikçe 'daha iyisi olamazdı' şeklindeki düşünceleriniz başka bir bağın ortaya çıkmasıyla sönüp gidiyor. Bu bağların dışında her dönemin kendi içindeki karmaşıklıkları, umutsuzlukları zaten size bu filmin neden bu kadar köşede kaldığını sorgulamanıza yetiyor.
Sadece olağanüstü diyebiliyorum ben bu filme. Kullanılabilecek sıfat bulamadığım 3-5 filmden bir tanesidir The Hours benim için. Filmin somut materyallerine gelecek olursak; Philip Glass müziklerde inanılmazı gerçekleştirmiştir bana kalırsa. Ben soundtrack konusunda çok hassas bir insanımdır ve The Hours'un müzikleri OST listemde bir numarada yerini alır. İzlediğim belgeselde müzikler için ayrı bir bölüm de vardı ve Philip Glass buyurdu ki filmin hikaye akışındaki dördüncü karakterin müzik olacağına inandığı için bu kadar yoğun piyano konçertolarına başvurmuş.

Bir film hakkında konuşurken en sevdiğim iştir oyuncuları hakkında yorum yapmak. Çok fazla da hor görülmüşümdür bugüne kadar 'oyuncu takip ettiğim' için. Ama beni bozmaz yani, şu üstteki resimin çekildiği odada bir iki nefes alsam yeter yani. Nicole Kidman; hiç bilmem, hiç bakmadım, hiç bakışmadık biz kendisiylen bu filme kadar. Ama olmuş yani, söylenecek başka kelime yok. Kim koyduysa eline sağlık diyorum. Oscar'ı da bu filmle evine götürmüştür kendileri.
Jullianne Moore; zaten başta varım diyorum. Bana kalırsa üç karakterden en karmaşık olanı Jullian Moore'un karakteridir bu filmde ve kendisi karakterin içinde bulunduğu ikilem bile diyemeyeceğimiz durumu sadece bakışlarla sunabilmiştir bize. Seviyoruz kendilerini, ailecek takip ediyoruz... Meryl Streep; ne dense boş, geçiniz.. 1970'lerden bu yana çektiği filmlerin hemen hemen hepsini izlemiş bulunmaktayım. Mükemmeliyetçiliği yönetmene çok çektirmiş olsa da bu filmde sonucu enfes olmuş . Clarrissa ve Richard'ın sahnelerinin yoğunluğunun insana yaşattığı şeyleri izleyen bilir diyorum.

Diyeceğim o ki vakti zamanında görüp de geçtiyseniz bu filmi geri dönün, izleyin. Benim bu şekil kaçırdığım çok film olmuş daha yeni yeni telafi ediyorum. Kafanız ne kadar rahat olursa olsun filmden sonra bir yarım saatlik oturup düşünme sürecine girilmesi gerektiğini söyleyeyim. Böyleymiş ve arta kalan vakitte de Mrs. Dalloway okuyalım. Evet.

Altın Küre Ödülleri!

0

3 günlük bir gecikmeyle seyredebildim ödül törenini. 3 tane finalim sağolsun. Efendim ödül törenlerini izlemeyi pek bir severim. Filmlerini ayılarak bayılarak izlediğim insanları canlı bir şekilde izlemek bence ele geçen az fırsatlardan birtanesi. Onun dışında hani kim neye aday olmuş, kim ödül almış elbette takip eder ve sonucunda sinirlenme veyahut sevinme hissayatlarına kapılırım. Fakat ödüllendirme sürecinin hala nasıl işlediğini tam olarak benimseyemediğim için çok da kafaya takmam açıkcası. Kime göre iyi, neye göre iyi gibi klişe sorular hep durur benim beynimin bir köşesinde. İster Golden Globes, ister Emmy ya da Oscar ödülleri...


Neyse efendim dün izlediğim ödül töreninden sonra ekranı pek de hoşnut kapattığım söylenemez. Favorileri adaylarımın sadece bir kaç tanesini sahnede görebildim. Birtanesi Julliana Marguiles (The Good Wife). Glenn Close'ın karşısında durmak o kadar da kolay bir iş değil. Onun dışında iki adaylıkla katıldığı komedi veya müzikal dalında en iyi kadın oyuncu kategorisinde Meryl Streep (Julie & Julia) ödülün sahibi olmuştur. Şaşırmadığım bir manzaraydı aslında benim için. Elinde Altın Küre olan Meryl Streep olağan bir sahnedir aslında. Gene uzun ama mükemmel bir konuşma yapmıştır sahneye çıktığında. Benim şaşacağım şey ise 1983'ten bu yana hasret kaldığı Oscar heykelciğini evine götürmesidir bu sene. Son kazanan favori adayım ise Alec Baldwin (30 Rock). Komedi dalındaki en iyi dizinin Glee seçilmesi Alec Baldwin'in yine ve yine ödülü kazanmasına gölge düşürdü aslında. Olsun ben mesudum. Glee ödül aldıktan sonra yeni dizilerin sahneye çıkabileceğini gerçeğine çok fazla kendimi inanadırmıştım derken True Blood için aynı şey geçerli olmadı. Mad Men drama dalında en iyi dizi ödülünü tekrar kazanmayı başardı. Sonunda izleyeceğim diziyi, o olacak en sonunda.

Şimdi seçilemeyen favorilerime gelecek olursak en başta ve en başta Julliane Moore (A Single Man) gelmektedir. Yardımcı kadın oyuncu rolünde gerçekten istiyordum ödülü almasını. Lakin bilmiyordum ki Mo'Nique (Precious)'in de adaylığı varmış aynı kategoride. Precious'ı da az sonra izleyeceğim o yüzden şu anda bir yorumda bulunmam manasız olur. Aynı şekilde sahneye çıkmadığı için üzüldüğüm Emily Blunt (The Young Victoria). Gerçekten genç, güzel ve yetenekli bir kadın oyuncu kendisi. Sandra Bullock'tansa oyunculuk mantığını anladığım günden beri nefret etmekteyim. Gereksiz insan modeli gibi gelmekte bana. Morgan Freeman (Invictus) beklerdim ama yine izlemediğim bir aday Jeff Bridges (Crazy Heart) aldı ödülü. Önyargıyla kesinlikle yaklaşamam, büyük bir ihtimalle kayda değer bir performans sergilemiştir kendisi tahmin edilebileceği üzere. Up ve Avatar ise bana göre klasik bir Oscar provası yaptılar. Avatar için çok konuşuldu, yazıldı, çizildi ve hala kimse emin değildi en iyi yönetmen ve en iyi film dalında kimin galip geleceğini. Oscar için de aynı korkular yerini alabilir James Cameron için.

İşte bir Golden Globes da böyle geçti. Çoğu adayları izlediğim için daha iyi bir eleştiri rotası çizmiş oldum kendime ve tabi her sene olduğu gibi izlenebilecek yeni çalışmalar sundu önüme. Hazır bir boşluk bulmuşken gideyim, izleyeyim.

Dip not: Moon (2009) izlenmeli.

The Princess

3


Tamam. Sadece bu resimin açtığımda burda olmasını istedim. Grace Kelly. Asalet, güzellik, yetenek... Klişenin dibine vurmak niyetindeyim amma velakin çok içten dile getiriyorum bu isteğimi. Ne olurdu benim de gençlik dönemim 50lere tekabül etseydi? Şu endamı şu zarafeti canlı olarak izlemiş insanlar var. Sorgulatmayın şimdi bana hayatı? Saçma sapan emo kılıklı insanların yüzünü görmekten sıkıldım, hölüvüd sağolsun.

İnanılması güç ama ilk yayyy feaan göörl yazımı da Grace Kelly için kullandım. Değdi ama! Anlamadığım noktalar var: Şimdi o emo kılıklı biciriklere oyuncu diyolarsa (ki herkes her yerde gayet utanmadan ödüllere falan aday gösteriyorlar.) bu yegane insana ne diyeceğiz o zaman? Ben insansam, o ne? İşte güzel sorular.



Öz bir şekilde de Grace Kelly'nin beni ve tabi ki o yıllarda yaşamış çoğu herkesi şaşırtan hikayesinden bahsetmek isterim. Kendisi efendim modelliktir, reklamlarda yer almasıdır, tv dizilerinde rol kapmasıdır derken tam anlamıyla 50'lerde Hollywood'a damgasını vurmakla kalmayıp, oynadığı hemen hemen her filmdeki (inanılması güç ama sayısı 11) rol arkadaşıyla adı anılmıştır özel hayat söz konusu olduğunda. Oscar'ını alıp, Bing Crosby ve Frank Sinatra'yla müzikalini yaptıktan sonra kendisi Monako Prensesi olmak üzere sinema hayatına veda etmiştir. Rear Window'u izledikten sonra gelenek haline gelen 'imdb 'de film hakkında bakınmaca' eylemindeyken farkettim ki kendisi 27 yaşından sonra hiçbir filmde yer almamış. Bir de bakıyorum ki Monako Prensi'yle evlenen Grace Kelly bir daha hölivüde adım atmamış her ne kadar çok istese de...

Benimkisi obsessif kompulsif sendromu. Sadece kendim için 'role model'larım mevcud ve onlar hakkında okumayı, yazmayı bir şeyler yapmayı sevmemden kaynaklanıyor bu takıntı hadisesi. Ama Grace Kelly şimdi... Güzel değil diyecek olan varsa bir zahmet, bir dağa falan çık ne bileyim...

DVD helelöy

3


canlarım cigerlerim DVDlerim:

1. ER sezon 6
2. ER sezon 7
3. Matrix Trilogy

Emma Thompson koleksiyon başlangıcı:
4. Sense and Sensibility (2 Disc edition)
5. Angels in America
6. Stranger Than Fiction
7. Junior
8. THE REMAINS OF THE DAY
9. Love Actually
10. Sense and Sensibility
11. Last Chance Harvey
12. Carrington
13. The Winter Guest
Emma Thompson koleksiyonumuz son buldu. Devamı:

14. Battlestar Galactica: Mini Series
15. İlk Aşk
16. Maverick
17. CASABLANCA (Special Edition)
18. Hannibal
19. Coupling sezon 2
20. Donnie Darko
21. Devrim Arabaları
22. Laws of Attraction
23. Elizabeth: The Golden Age
24. The Devil Wears Prada
25. The American President
26. Jeux D'enfants
27. Dark City
28. The Sea Inside
29. The Last Samurai
30. The Bridges of Madison County
31. The Hours
32. The House of Mirth
33. THE SILENCE OF THE LAMBS
34. Elizabeth
35. Lost in Translation

Alt sıra:
1. The X Files Sezonlar 1-9 Boxset

Capslockın hışmına uğramış üç film şu anki benim için en manalı üç filmi temsil eder. Listenin genişlemesi ve tüm kütüphane raflarının yeni dvdlerle dolması dileğiyle..

I wish I didn't love you so much

0


Theory of machines finalime çalışacağıma Casablanca izleyeyim dedim ve sonra da buraya düştü yolum. Abartmıyorum son 2-3 haftadır günlük Casablanca dozajımı almadan uyuyamıyorum. Buna film diyolarsa, son on senede çekilmiş tüm romantik komedilere film denmesin istiyorum. O nasıl bir kara mizah, nasıl bir oyunculuk nasıl bir son? Diyalog var,evet. Bildiğin diyalog len işte diyorsun, yok değil. Zeki insanlar oturmuş film yapalım demişler, teşekkür ediyorum hepsine teker teker..

Böyle güzel anlaşıyoruz Casablanca'yla. O derece sevdim ki kendisini keşke hafızayı sildirip hiç izlememiş gibi izleyebilsem, şaşırsam, üzülsem, ağlasam... N'olur? Aklım nerdeymiş de bu kadar zaman beklemişim? Tamam film çıkalı zaten olmuş 67 yıl da en azından 60. yılında izle bu neymiş de, bir bak adamlar ne yapmış o vakıtlar? Neyse gene güç oldu geç olmadı diyelim.

Casablanca adı verilen 102 dakikalık mükemmeliyet film sektöründeki klişeleri yaratmıştır. Bu sahne de her filmde vardır, her aşk sahnesi böyle biter, her kötü sonda bu söylenir... Bu gibi tanılamaların ya da gözlemlemelerin hepsi ve hepsi bize Casablanca tarafından sunulmuş nimetlerdir. Bize sunduğu sadece mükemmel ötesi hikayesi ve mizah anlayışı değildir tabi filmin. Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman'ın yanında Calude Rains'i alır getirir size bu şaheser. Humphrey Bogart'ın canlandırdığı karakter Rick aslında tam anlamıyla benim nefret edeceğim baş kahramanların karması şeklindedir. Lakin aşkın karşısındaki utangaçlığı, savunmasızlığı, acizliği tüm kendini beğenmişlik ve bencillik ögelerini siler Rick'in. Ingrid Bergman hakkında konuşmak zaten apayrı bir yazı dizisi oluşturur eminim. Şöyle özeteleyebilme durumum vardır belki; kendisi Emma Thompson'ın arkasından 2. sıraya yerleşmiştir benim listemde. O nasıl bakışlar, o nasıl durgun bir ses tonu ve yüz ifadesi, o nasıl muhteşem bir İsveçli aksanı... Belki bu özellikler ayrı ayrı insanlarda olsa gayet itici olabilir ama hepsi bir oyuncuda birleşince inanılmaz bir güzellik ve asalet çıkmıştır ortaya. Sadece Casablanca'ya bakarak konuşamazdım tabi bu kadar bir oyuncu hakkında. Son 2 haftada 7-8 filmini izledim Ingrid Bergman'ın. Hepsinde olağanüstü, Hitchcock sağolsun tüm yeteneklerini ortaya çıkarmış Bergman'ın genç yaşında.

Filmle ilgili sevilecek sevilmeyecek o kadar çok klişe söz vardır ki listelemekle bitmez. Fakat en sevdiğim cümleyi Ingrid Bergman'ın ağzından duymanızı ŞİDDETLE tavsiye ederim: "I wish I didn't love you so much..." Nedir bu??Neyse filmin konusudur, hikayesidir,yeridir, zamanıdır bunlar bir film hakkında konuşurken bahsedeceğim en son şeylerdir. İsteyen izler şeklinde bakarım olaya.Çok daha fazlasını hakediyor aslında Casablanca ama benim final notlarım da aynı şekilde daha fazla puanı hakediyorlar büyük bir ihtimalle. O vakıt finallere çalışmaktan sıkılınca görüşmek üzere.. Kendini aşmış DVD listemle döniciiiim...