Pulman
0Gönül isterdi "şunu bunu izledim, aman da şöyle güzel, böyle aşık oldum" tarzında başlayayım yazıma... Bir şehirde çalışırken başka bir şehirde yüksek lisans yapınca; bırak izlediklerini, insan kişiliğinden ödün veriyor bir yerden sonra. İki aydır "daha düzene giremedim, bir gireyim de hallederiz" dediğim o kadar çok şey var ki. Şu aralar hiçbir zaman bir düzen olmayacağının gözüme gözüme sokulmasından rahatsız durumdayım.
Yani buraya az bakmış olan da bilir, böyle blogda iç dökme sahnelerinden nefret ederim aslında. Ama hayatımın üçte biri trenlerde geçtiğinden dolayı böyle bir birikti benim içimde.
Hiç bakmamış olan varsa Parks and Recreation baksın. BAK!
Joanie
0Hadi bea!
0
Pilot bölümü yayınlandığından beri izlemeye direndiğim Fringe. Olmuyor be abim. Ama sıkıntıdan ilk sezonunu bitirdim ve inanıyorum ki izlediğim her bölümü bir adet X Files bölümü ile eşleştirebilirim. Bu diziyi kötü yapar mı? Yapmaz elbet. Gözlem benimkisi.
Bu yaz başladığım ikinci drama dizisi Fringe. Anladım ki artık dizi takıntısı falan olmuyor bende. Karaktere odaklanmam lazım. Yok bir William Adama, John Doggett ya da Scully. Scully demiş iken yanlışlıkla, bir crossover isterdim aralarında neredeyse 10 yıl bulunan iki dizi arasında. Scully, Olivia'ya şöyle Fowley'e attığı bakışlardan atsa, "Sen kimsin sarı?" manalarında... Olivia ablamız da böyle olağanüstü işler içerisinde. Kendisi de olağanüstü bir şey anladığımız kadarıyla. Ama ablam, Scully seni yer, üstüne de ölümsüzlüğünü gösterir sen ateş ettikçe falan ne bileyim. Niye böyle ilkokul bebeleri stayla "benim babam senin babanı döver"e bağladım bilemiyorum.

Bitch, please!!!
Cate
0Boşluk doldurmak için stumble tuşuna tıklamaktaydım umutsuzca. Bir Elizabeth: The Golden Age gördüm. Cate insanına olan düşkünlüğümden blog sayfalarında hiç bahsetmediğim aklıma geldi. Hayranlık duyduğum 'güzel' kategorisinde yer alan birkaç abladan biri Cate Blanchett. Çok uzun zırvalıklar yazmayacağım bu sefer. Ben daha klasik holivuda geçmeden önce Katherine Hepburn'u sağolsun önümüze getirmiştir kendisi. Artık yeterince bilgi sahibi olduğum bir dönem içinde çekilmiş The Aviator'ı da yeniden seyretmem lazım muhtemelen. Elizabeth filmlerinin ikisini de 'ablam oynamış' alanında izlenmesi gerektiğine inanıyorum. Onun dışında Cate ablamızın yer aldığı en etkileyici yapım bana kalırsa Notes on a Scandal dır. Judi Dench de altın tepside sunulmaktadır size. Son olaraksa kendisini Hanna'da izledim. Film çok fazla etki bırakmıyor üstünüzde. Ama beklediğimden iyiydi.

En son halini bir ayrı beğendim. Kalite tabi.
Iron Chair
0
Acımam, ekranın yarısını da kaplarım. Aman şu üstteki efsane adayını izlemeyi kimse ertelemesin. İşler, arkadaşlar, sevdicekler falan çıkmasın önünüze. Eğer yazıyı okuyorsanız an itibariyle gidin başlayın. 10 saat sonra da sezon finalinin akabindeki hissiyatlarınızı kelimelere dökemezkene ben gene burda olurum zaten kendim. Sabahın köründe Eskişehir'e gitmeyecek olsa idim eğer, bir yarım saat sonra 10 bölüm tekrarı gelecekti kuvvetli bir ihtimal. Tekrardan sonra da şu an bulmakta zorlandığım ve kendilerine layık gördüğüm sıfatları sırayla dizeceğim.
Emmy'i beklemeyin şu tahtı görmek için. Gözünüze gözünüze sokuyorum.
Winter is coming.
Manasız acoustic version
0Resmi olaraktan mezun olduğum haberi hakikaten saçma sapan düşüncelere iteledi beni. Kitlediler beni. Boşluktan da garip bir hissiyat durumu var ki hiç hoş değilmiş. Bilmem kaç ay sonrasını kestirememek ne illet bir şeymiş. Nasıl saçma nasıl...
Behzat ın finali gelene kadar hiçbir şey düşünmeyeyim en iyisi. O bitince bir kafaya dank eder belkim. Bir hafta candır...
Bir de Canan da candır der iyice çekilmez bir kişilik olup çıkarım ortamdan.
Manasız
0
Bir garip haller içerisindeyim. Mezuniyetten falan kafa bir malladı, bir ne yapacağını şaşırdı. 3 ay iş falan aramam. Son nerdlüğümü yapcam o 3 ay ben, yedirtmem akşam mesailerine. Şimdiden sıraya koydum toplu izlencek dizileri. Film desen son vakitlerde Behzat amirim sağolsun kıyısına köşesine bakamadım hiçbirinin. Onlarda da bir devasa birikim oldu çok şükür.
İşte görüldüğü üzere boşluktan ortaya çıkan manasız bir şeyler çıktı ortaya. Ama kimsecikler bir adet Dr. Jekyll and Mr. Hyde Ingrid'ine laf edemez. Güzel.
'Biz de mutsuz olalım'
0
Ama Behzat Ç. 30. bölümle çok pis koydu. Emrah abi neettiin??
Bölümü ikinci kez izlicem birazdan. Doymadım final sahnesine doyamadım.
Savcım var. Ne dedin be ablam? Vur dedik, öldürdün be ablam.
Saygılar derim.
Bölümü ikinci kez izlicem birazdan. Doymadım final sahnesine doyamadım.
Savcım var. Ne dedin be ablam? Vur dedik, öldürdün be ablam.
Saygılar derim.
Behzat Ç. var ya la
0
İkinci Bahar'dan sonra takip ettiğim ilk Türk dizisi. Ankara, cinayet, amiri var, harunu hayaleti var, şevket ç. falan var lan.. Daha ne isteseydim bilemedim. Her şeyi bıraktım film falan izlemiyorum. 28 bölümü ezberlemekle meşgulüm son bir aydır. Bildiğin Türk dizisi buldum ve bildiğin pazar gecesi tvnin karşısına geçmek için elimden her geleni yapıyorum. Huzura erdim lan. Abim odama gelmişti geçen. "Türkçe mi konuşuyor onlar?" sorusuyla beraber ne kadar uzun zamandır yerli malı izlemediğimi bir kez daha gözler önüne sermiş oldu.
Böyle şeyler... Dizideki diyalogların içinde bazen o kadar kayboluyorum ki cinayetmiş, kim kimi kesmiş, olay çözümlenmiş falan pek umrumda olmuyor genelde. Erdal abimize saygımız sonsuz zaten. Her şey iyi, her şey güzel. Savcısı var, gönülü var. İnanılmaz oyuncular.
Kırk yıllık nörd, behzat ç izler. Angaralı ondan. Akşam olsa da izlesek.
Ingrid Bergman çok şükür!
0Yine ve belki de son kez ders mers karmaşası içine girerken bir daha bu kadar bol vakti bulamam diyerekten artık uzun süredir yazmak istediğim ' Ingrid Bergman neden annem olmalıymıştı? ' temalı yazıyı yazıvereyim dedim.
Kendileri 1915 yılında İsveç'te bu dünyaya şeref vermişlerdir. Annesini küçük yaşta kaybettikten sonra fotoğrafçılıkla geçimini sağlayan babasıyla mutlu mesut bir çocukluk yaşamıştır. Lakin ki gençlik yıllarını göremeden babası da hayata veda etmiştir. Teyzesiyle kalan Bergman babasından da vakti zamanında almış olduğu destekle tiyatro okuluna seçilir. Böylece oynadığı filmlerdeki karakterlerin hayatlarından çok daha dramatik olan kariyerine başlamıştır Bergman.

Ben yine yazımızın ana kişisiyle olan tanışma hikayemizi anlatayım. Klasik hollywooda başladığım ilk gün. Annemin de ısrarlarıyla arka arkaya Gone with the Wind, Doctor Zhivago ve Casablanca'yı izledim ki 3 film toplamda 9 saatimi aldı. Kafa her ne kadar allak bullak olsa da bu 9 saat sonunda Bergman bir ayrı yer etti kafamda Casablanca'daki Ilsa Lund rolüyle. Casablanca'yla alakalı obsesif düşüncelerime daha önceden yer vermiştim. Bu düşüncelerin oluşmasındaki yegane sebeptir muhtemelen Bergman. Casablanca'dan sonra başladık tabi yeni bir insan yeni bir filmography hayat tarzımıza. Notorious, For Whom to Bell Tolls, Indiscreet sırasıyla izlendi ve devamı da akabinde geldi. 1 ayın sonunda Bergman'ın yer almış olduğu her şeyi izlemiş bulunuyordum. İnanılmaz güzellikle buluşan tarif edilemeyen bir yetenek sentezi olduğuna karar verdim kendilerinin.
David Selznick İsveç'ten gelmiş bu uzun boylu, utangaç ama bir o kadar da tatlı genç kızla ne yapması gerektiğine karar verirken epey bir zorlanmış. Karar verdiği ve üzerinde durduğu tek şeyse Bergman, İsveç'ten nasıl geldiyse öyle kalacaktı. Selznick belki de büyük bir risk aldı ama 1930'ların sonlarındaki hollywood için yenilenmesi gereken şeyler olduğunu ve bunlardan birinin de doğallığa olan özlem olduğunu düşünmeyi tercih etti. Sonuç olarak Bergman'ın ne ismi, ne yüzü, ne de saçı değişmişti kendisinin ilk hollywood filmi olan Intermezzo'yu çekmeye başlarken. Hollywood kariyeri hızını kesmeden yukarılara tırmanmaya başladı Bergman'ın. Garbo'dan sonra yine bir

İsveç'li Amerikalıları mest etmişti şüphesiz. Casablanca'yla doruk noktasına ulaştı ve Gaslight'la aldığı oscar heykelciğiyle uzun bir süre orada kaldı. Hitchcock evresine girdiği zaman ise dünyada en fazla tanınan film aktrisi ünvanını almıştı bile. Hitchcock'la aralarındaki ilişki tabi ki oyuncu yönetmen ilişkisinden çok daha ileri bir safhadaydı. Beraber çektikleri üç filmde de ( Notorious, Spellbound, Under Capricorn) birbirini daha iyi tamamlayabilecek iki insan olamayacağını gözler önüne serdiler. Hitchcock Joan Fontaine'den sonra şüphe duymaksızın yeni başrol oyuncusunu benimsemişti. Bu üç filmle artık kendini aşan Bergman'ın o vakitlerde tüm dünyayı sarsan kararları alması ise Open City'i sinemada izlemesiyle başladı. İtalyan yönetmen Roberto Rossellini'nin yönettiği bu savaş filmi Bergman'ı çok derinden etkilemiş ve Rossellini'nin diğer filmlerini izledikten sonra da bu derinden etkileniş daha da iz bırakmıştı ve sonunda olan olmuş Bergman Rosselini'ye burada daha önce yazdığım mektubu yollamıştır. Rosselini'den de kaçar mı? Dünyanın en ünlü yıldızı gelmiş benle film çek diyor (kendisine inanılmaz kızgınımdır. Bergman'ın çekebilme ihtimali olan en az 10 filmi bizden alıkoymuştur). Böylelikle ikilinin ilk filmi Stromboli için küçük bir adada çekimlere başlanıyor. Lakin ki sadece film çekimleri değil dünyayı sarsan bir aşk da başlıyor bu adada. Bergman'ın Amerika'da yaşayan kocası ve çocuğu tabi ki durumun bu kadar önemli hale gelmesinde büyük bir etken. Bergman sevdasından vazgeçmediği gibi bir de evlilik dışı çocuk gelince bu ilişkiden, ne basın kalıyor ne de hayranlarından biri Bergman'ın Amerika'ya geri dönmesini isteyen. Sürgün hayatı yaşayan Bergman'ın İtalya dönemi beklenildiği üzere iç karartıcı geçiyor. İkili pek çok film yapsa da Viaggio in Italia haricindeki yapımların hiçbiri vasatı geçemiyor. Bergman için bu karanlık dönemin oluşmasındaki en büyük etkense Rossellini'nin Bergman'ın başka yönetmenle çalışmasına izin vermemesidir doğal olarak. Tabi 1950'lerin sonuna doğru bu evlilikte parçalananlar arasında yerini alıyor ve Bergman yeni

sinemalarla ve tiyatro oyunlarıyla önce Avrupa'da tekrar kendini gösteriyor ve daha sonra Anastasia filmiyle 2. Oscar'ını alarak tekrar Amerika'daki hayranlarının gönlünü kazanıyor. Benim için bu skandaldaki en üzücü sahne ise Bergman'ı bu olaylar boyunca Ernest Hemingway ile beraber tek destekçisi olan uzun ömürlü arkadaşı Cary Grant, Bergman'a verilen Oscar'ı almak için konuşma yaparken, Bergman'ın bu konuşmayı ağlayarak İtalya'dan dinlemesi olmuştur muhtemelen. Hollywood'a dönüş yaptıktan sonra hiçbir şey değişmemiş gibi davranmıştır herkes Bergman için. Tiyatro sahnesinden de inmeyen Bergman yaşına göre ortalamanın üstünde yapıtlarda yer almıştır. 1974 yılında Murder in the Orient Express'teki 15 dakikalık rus ajan rolüyle 3. Oscar'ını aldıktan sonra uzun yıllardan beri beraber çalışmak istediği Ingmar Bergman'ın Autumn Sonata'sında ana dilinde inanılmaz bir performans sunmuştur. Kariyerine ise A Woman Called Golda televizyon filmiyle son vermiştir. Uzun bir süredir savaştığı kansere yenik düştükten bir iki hafta sonra ise Golda rolüne layık görülen Emmy ödülü kızına verilmiştir.
Bergman böyle bir hikayedir. Kendisinin üç dilde yazdığı biyografisini okurken 'yuhh, öehh, amannn' tarzı ünlemlerden kaçamadım tabi. Biyografide mektuplardan, günlüklerden alıntı yapıldığı için inanılmaz derecede etkiledi beni. Bu kadar beğendiğim, bu kadar taptığım bir oyuncunun hayatını, sorunlarını kendi cümleleriyle okumak...
Gelelim asıl olayımız olan film tavsiyelerine. Şimdi tabi Casablanca Bergman'a başlamak için mükemmel bir nedendir. Bir adet 'you are very kind' der, ölürüz, biteriz. Hemingway, Bergman'ı özel olarak istediği For Whom to Bell Tolls tabi ki kitabı okuyanlar için ayrıca tavsiye edilir. Onun dışında Notorious bir Bergman - Hitchcock - Grant başyapıtıdır. Indiscreet, Grant - Bergman ikilisinin romantik komediyle bile mükemmeliyetten taviz vermediğinin kanıtıdır. Anastasia ise senaryo açısından çok güçlü olmasa da Yul Brynner'ın da inanılmaz performansıyla birlikte oyuncu izlemece eylemi gerçekleştirebilirsiniz.
Bu kadar yazının ardından bir adet Casablanca izeleyeceğim yüksek müsadenizle.
Cheers.

“I've gone from saint to whore and back to saint again, all in one lifetime.”
The Remains of the Day (1993)
0Gecelerden bir ÖSS arefesi, beş yıl öncesi. Saat olmuş 3:00. Uyuyamadık tabi nedendir bilinmez. Açtım televizyonu; yeşil tepelerin arasından ortaya çıkan inanılmaz güzellikteki köşkün görüntüsüne takıldı benim gözler. The Remains of the Day'e başlamışım meğerse. Film bitti. Akılda ne sınav var ne başka bir şey. Öyle tavana baktım. Böyle tanıştık biz bu filmle. Şu güne kadar kaç kere izledim gerçekten en ufak bir fikrim bile yok. Ama filmler ve Emma Thompson konusunda bu kadar takıntılı bir kişilik olarak ben bu film için hayatımda görüp görebileceğim en iyi hareket eden resimler topluluğu diyebiliyorsam eğer, bunun arkasındaki nedeni de açıklamak gerek tabi.
Bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi -- film demeye dilimin varmadığı bu mükemmel bişi dile getirilemeyen aşkların mihenk taşıdır benim için. Kazuo Ishiguro'nun aynı adlı kitabından Merchant & Ivory yorumuyla bize sunulmuştur. Filmimiz 1960'ların İngiltere'sindeki Darlington Hall'da uşaklık yapan Mr. Stevens'ın (Anthony Hopkins) bu köşkteki 30 yıllık servis hizmetinin en önemli anılarını anlatmaktadır bize. 30 yıl arasında gidip gelen flashback sahneleri bu konuda bize yardımcı olmakta. Ms. Kenton'ın (Emma Thompson) bu saray yavrusuna hizmetçi olarak alınmasıyla başlar flashbackler. Filmi derinlemesine anlatmak istemiyorum. Gerçi hiçbir filmde anlatmak istemiyorum. Herkes kendisi görsün, yorumlasın derdindeyim. Toplu bir anlatım yapmak gerekirse, Mr. Stevens'ın işine olan bağlılılığı (1930lardaki bir İngiliz butler olarak) ve buna bağlı olarak da görmezden geldiği önemli hususlar 134 dakikayı doldurmaktadır. 1930 Almanyası'nın Avrupa'daki etkisi ve sonuçları, dile getirelemeyen bi romantizm bunlardan birkaçıdır sadece.

Buraya kadar yazdıklarım filmi görmüş ama izlememiş garip insanları ilgilendirmektedir. Bundan sonra yazacaklarım ise benim bu filme aşık olma nedenlerimden oluşmaktadır. Dikkat çekmek isterim: Spoylır. Öncelikle Emma Thompson ve Anthony Hopkins demek istiyorum. Nasıl bir ikili olduklarını 1992 yılında yine bir Merchant & Ivory filmi olan The Howard's End ile gözümüze sokmuşlardı. Abartıysa abartı. Bu ikiliden öte insan tanımıyorum, tanımayacağım. Filmimizdeki Mr. Stevens ve Ms. Kenton karakterleri 30 yıldır hakkında tek kelime bile edilmemiş bir aşkın içindedirler. Kelimelere gerek kalmamıştır aslında. Üst tarafta görülmekte olan kitap sahnesini 23423. kez izleyişimde bile tansiyonum hala fırlamaktadır. Hopkins'in Thompson'ın dudaklarına odaklanmış bakışı, inatla kitabı bırakmayışı... Bunu yürekten beyan ediyorum ki bu sahne çekilmiş ve çekilecek en güzel sahnedir film sahalarındaki. Nokta. Bir adet Chinaman için edilen kavga ve Hopkins'in inatla aynı ses tonunda yüzlerce cümle sarfetmesi. Bir adet 'I'd be lost without her' cümlesinin Mr. Stevens tarafından Ms. Kenton için dile getirilmesi. Mr. Stevens'ın yüz yıllık şarabı kırması (verebileceği en büyük tepkidir film içerisindeki) ve akabinde göz yaşları içinde boğulan Ms. Kenton'a 'salon kapısının yanındaki biblonun tozu alınmamış günlerdir, ilgilenmeniz mümkün olabilr mi?' demesi ve biz normal seyircilerin çıldırması. Son olaraksa 30 yıl sonrasında bile bizden esirgenmeyen otobüs arkasındaki veda sahnesi. Teşekkür ederiz Merchant ve Ivory amcalarımıza.
Filmle ilgili anlatmak istediğim o kadar ayrıntılı parçalar var ki aslında. Gece boyu durmadan yazabilirim gibi. Ama en sevdiğim, en tatlı ayrıntıyı paylaşacağım sadece. Flashback görüntülerinde görürüz ki Mr. Stevens ve Ms. Kenton akşamları buluşup ertesi gün yapacakları işlerden bahsederler. Sıcak çikolatalarını içerlerken tatlı tatlı sohbet ederler. 30 yıl sonrasında buluştukları ve iskelede oturdukları sırada birden ışıklar yanar hava kararmakta olduğu için ve insanlar mutlu mesut olduklarından mütevellit alkış tutarlar, heyecan, sevinç vs. Ms. Kenton (Mrs. Benn tabi artık) da insanların neden akşam olduğunda bu kadar mutlu olduklarını hiçbir zaman anlamadığını söyler. Bu cümleyi sarfettiği anda Hopkins'in suratındaki ifadeye, gözlerindeki bakışa dikkat etmiş olan bir kimse bence artık film endüstrisinin daha öteye gidemeyeceğini anlamıştır.
Bugüne kadar 'bana film tavsiye et' cümlesiyle yaklaşan kimselere verdiğim ilk öneri olmuştur The Remains of the Day. Her seferinde Mr. Stevens'a en ağır küfürler layık görülmüştür tabi. Yeri gelmiştir hep birlik izlenip hep birlik küfür edilmiştir kendilerine, o asil uşağımıza. Hopkins'in etkileri demekteyim sadece. Bloga azcık göz atmışlar bilir Emma Thompson düşkünlüğümü. Bu filmle doruklara çıkmıştır muhtemelen takıntım. İnanılmaz işler başaran, inanılmaz zeki bir kadın kendileri. Görmeye ihtiyacınız olan hangi duygu varsa hepsini yüzüne yansıtabilmeyi başarmıştır bu filmde de. DVD'de yer alan yorumuyla filmi izledikten sonra zaten uzun süre iletişim kuramadım etrafımdaki insanlarla.
Bu filme aşığım, ölüyorum, bitiyorum. Tek ricamdır; önümüzdeki günlerde soracağınız 'ay çok sıkıldım, napsam?' adlı sorularınızın ilkinin cevabı bu filmi izlemek olsun. İzledikten sonra da gelin hep beraber dertleşelim, sinirlenelim, küfür edelim, ağlayalım, sızlayalım. Benim tek emelim budur bu yazıyı yazmaktaki. Evit.
En Sevdiğim
0
Huzur doluyum. Projenin bitmesiyle tatile giren ben eski ben oldum. Günlük 4 film dozajımı bırakmadan devam ediyorum. Troleybüs.
Oscar adaylarını bitirmekle başladık tebi her şeyden önce. Çok şükür diyorum. Bir adet Colin Firth göreceğim minik heykelcikini alırken. Sonra ne olduysa oldu, yine klasikler içinde buldum kendimi. Deborah Kerr falan baktım biraz. Hitchcock'tan eksiklerimi giderdim. Böyle klasikler içine dalınca kendimi romantizmin içine sürüklenmiş bir şekilde buldum ve son iki gündür izlediğim filmlerin hepsinin aynı romantizm içinde ilerlemesine özen gösterdim. Kurtulmam lazım bu sendromdan. Benim bu mükemmel romantik ruh halimde boy gösteren filmlerden birinden bahsetmek istiyorum an itibariyle: Shadowlands. Narnia Günlükleri'nin yazarı C.S. Lewis'in belki de hayatının en önemli dönemlerinden birini anlatıyor film. Gerçek, minik bir aşk hikayesi. Anthony Hopkins bana kalırsa middle-aged romanceın en iyi oyuncularından. Ben başka birine bu kadar aşık olmayı yakıştıramadım hiçbir zaman.
Biraz daha kavuşamayan aşıklar, kavuştuktan sonra kansere yenik düşen aşıklar, dile getirilmeyen aşklar vs. temalarında devam edeceğim. Bu ruh halimin sonunda dile getirilemeyen aşkların ustası The Remains of the Day'le blog sayfalarına döneceğim.
Yes.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)