Ehhehehehehee

0
                                  

Eheheh.. Olum Scully ehheheeh... 2015 yılındayız ama ehehehehe.. Bildiğin devam edecek seneye ehehehe.. 

Kaç ay oldu FOX açıklayalı ama benim mod hala aynı: eheheheheh
Çok ilginç bir şey aslında. Mal beyninim düzelince yazacağım. 

X FILES DEVAM EDİYOR BABAAAAAAA......



Yellow Roses

0
      

Şuna bir baksana yae..

Yazacağım, yöneteceğim.. Oyun yapacağım bundan.

Indiscreet - 1958

Mata Hari

0



Notorious izlemek kalbe iyi gelir. 

Always

0

Abi ben acı çekiyorum. 

Harry Potter serileri benim için ortaokulda ilk 4 kitabı bir solukta okuduktan sonra liseye geçince kuuuuluğumdan ödün vermeyip geri dönmediğim kitaptı. İlk kez 2013 yılında 8 filmi bir oturuşta izledim. Dün de 3. kez seriyi tekrarladım. Snape denen karakter kişiliğimden ödün verdirtti bana. Ben ki BEN her ne kadar bir filmi sevsem de ya da bir sahneyi gece uyumadan önce gözümde canlandırsam da, açıp da bir filmin, dizinin neyse o sahnesini izlemem. Otururum, baştan izlerim filmi, diziyi.. Evet, diziyi de oturur baştan izlerim bkz: The X Files 8 kez.. Snape denen karakterin geçmişinin öğrenildiği sahneyi bugün 5 kez izledim. Araya bir şeyler girdi tekrar açtım, bir Shadowlands izledim tekrar açtım. Ben lan ben.. The Remains of the Day'deki kitap sahnesini özellikle açıp izlememiş adamım lan ben, Alan Rickman... Lakin baktım 5 dakikalık sahne için ben sürekli 8 film izliyorum, dün yenik düştüm. Dumbledore's Farewell adlı şarkıyla beraber sahneyi açıp duruyorum hiç suçluluk duygusu yaşamadan. O değil de şimdi dilemmalardayım, öyle böyle değil. Kitap serisini okumam lazım. Yalnız öncesinde sadece Prince's Tale bölümünü okusam nolur? Ulan sevdiğim filmin kitaptan uyarlanma olduğunu öğrenince havalara uçan ben,şu an acı çekiyorum. Kitapları yeniden okuyacağım. Yapacağım bunu. Sadece şu diyaloğu yazılı halde görmek için,

" After all this time?"
"Always."

Ben Alan Rickman'ı Snape'i bilmeden önce sevdim. Emma Thompson'ın kankası sonuçta. O yüzden şu an çok koyuyor. Uzun zaman sonra benimsediğin, beraber ağladığın karakteri zaten zihninde çoktan müthiş bir yer edinmiş birinin oynaması. Konuşurken ağzını kapatmayışını severim, Rickman. 

Düşününce Snape'ten falan bahsetmem lazım aslında. Hikaye, sahneler falan. O ilk Lily'nin öldüğünü  gördüğünde kapının eşiğine dayandığı saniye.. Yok kardeş, yazamıyorum. 

Rowling bacım, önünde eğiliyorum. 


13

1
         
         

Olafur Arnalds varmış. Yağmurlu sahne müziği...
Downton Abbey başlasa da izlesek.
Joanne Frogatt, Emmy alsın. Christina Hendricks için azcık üzülürüm ama geçer.
Tatilde baştan bir BSG mi çakılsa yoksa aylardır biriken filmler mi izlense?
O değilde ER iyi geldi. Elizabeth Corday aslında çok çok iyiymiş. Corday için böyle diyorsam, 10. kez X Files izlesem kim bilir Scully için neler derim..
Ama Downton başlasa da John Bates izlesek fena mı olur?

Ni didin?

British Isles

0




Şunca yıllık dizi izleme tarihimden sonra son noktayı koyuyorum. İngilizlerden şaşmayacaksın arkadaşım. Olayı tam anlamıyla çözdüler. Amerika, Kanada falan tıs. Sadece İngilizler de değil Avrupa cayır cayır geliyor televizyon ekranından, kimsenin haberi yok. 

Coupling den önce hatta ve hatta Mr. Bean den önce Hugh Laurie, Stephen Fry, Emma Thompson komediyle bir yolu açtılar. Miranda Hart ortalığı kasıp kavuruyor şu sıra. Drama desen zaten dönem dizilerinin vazgeçilmez memleketi. Elini sallayınca Charles Dickens, Charlotte Bronte, Jane Austen... 2000 ortalarından bu yana ise cesaretlerini tam anlamıyla topladılar ve polisiye - gizem - dram üçlüsüne giriştiler. Olmuş kardeş, o da olmuş. Birden niye bu kadar gaza geldim? Broadchurch. 8 bölüm. Bir gününüzü almıyor tabi. Kısa ama yeterli uzunlukta. Yetmiş. Ben normalde ' uu görüntü yönetmeni ışığı çok melankolik kullanmayı başarmış, aman da denizlerin dalgasıylan adamın saçının uçuşmasıyla içimizdeki yalnızlığı anlatmış' diyen bir insan değilim. Olmadım yani. Ben düz izledim her şeyi: ' oha adam nasıl baktı laa, vay iyi yerleştirdi lafı, aman canım nasıl da ağladı' gibi... Ama Broadchurch'te her sahne için bir yorumum oldu. Her sahneyi bir daha hatırlattım kendime. İngiltere'de minik bir kasabada ilk bölümden itibaren çözümlenmeye çalışılan bir cinayet. Ama her bölümde katilin kim olduğundan daha çok merak edeceğiniz köşelerden dönüyorsunuz. En sonda çene düşecek tabi o ayrı.

İşte böyle kısa olunca dizi - haftasonu da 8 bölümle bitmeyince - benzer malzemeler bulmaya çalıştım. Çalıştım da demeyelim, direkt önüme çıkıverdi Gillian Anderson ablamız. The Fall. Baktım 5 bölüm, ufak bir tebessümle başladım izlemeye. Son bölüm bitti. Elimdeki telefonu fırlattım. Meğer isem mini dizi gibi görünüp uzamış dizicik. 2. sezon da 2014 ün sonunda çıkacakmış. Harika değil mi? Bekleyeceğiz el mahkum.

O değil de. Dowton Abbey'nin Christmas Special bölümü var daha. O kadar kötü başladı ki sezon, o kadar kötü. Şöyle kötü savcı vuruldu gibi bir durum hani. Gerçi telafi etmeye çalıştı Fellowes benim için. Oldu ama gerisi gelmedi falan.. Downton Abbey'e girersem çıkamam, sonra o. Amin.

Ek yapalım: Call the Midwife + Miranda. Drama ve komedi seçeneklerimizin ikisi de mevcut. Bakın. Sherlock da Ocak'ta devam.. Abi her yerden bir şey fışkırıyor yareppim.



Geçtiğimiz Cuma bayram tatili için Ankara'ya döndükten yarım saat sonra teyzelerin en güzeliyle girdiğimiz diyalog:

T: Tiyatroya bilet almıştım. Annen mırın kırın yapıyor. Gelsenee.....
Ben: Yaa yetişemem, trenden ineceğim, koşturacağız.
T: Ben de kendim giderim o zaman.
B: Tamam be...Geleceğiz heralde.

Yarım saat sonra kapıdan çıkarken,
B: Hangi oyun ki?
T: Kösem Sultan. Elvin Beşikçioğlu varmış.
B: Hadi len.
T: Vallahi be.
B: Yürü git len.
T: Ya var. Sen de mi seviyorsun?
B: Ya bir git. Anneeee teyzem yalan söylüyor. Anneeeaaa?
A: Eheheee...
B: Ya niye daha önce söylemiyorsun? Allah, ney, eşofmanımı değiştirmem lazım. Ama geç kalırız. Aman.. Ama o oynamaz diyordum bu sene. Ama, ama...

Sonra sahneye nasıl gittiğimizi, nasıl koşuşturduğumu pek hatırlamıyorum. 11. kez Elvin Beşikçioğlu'nu izledim Ankara Devlet Tiyatroları sahnesinde. Liseden bu yana her oyununu 3-4 kez izleme şansını yarattım kendime.  Tiyatro zaten izleyicilere sunulmuş bir nimetken, bir de Elvin Beşikçioğlu'nu sunması... Sesini midemde yankılanırken bulurum kendimi oyunun ortasında. Oyun sahnenin sağında dönüyordur, benim gözler sağa kilitlenmiş şekilde. Oyunu değil Elvin'i izledim hep. Orada, 3 metre uzaklığımda duruyor kımıldamadan. Ne büyük bir hediye benim için. Selam verilirken sahneye çıktığında ayağa kalkıp alkışlamak.. Karşılığında size selam verdiğini görmek.. Saraylar, sultanlar bilindiği üzere son 2-3 senedir hem televizyonda, hem de tiyatro sahnelerinde daha bir öne çıktı. Beşikçioğlu'nun böyle bir oyunda yer almasına çok şaşırdım. Ama olmuş, bu da olmuş. Her şey olmuş ki kendisini Aşk-ı Memnu'nun Bihter'i olarak izlemiştim ilk. Ben daha giderim bu oyuna. Akşamları canlı bir şekilde oynadığını bilmek ve gidememek yeterince acı verici.



Bu haftasonu da İstanbul'da Canan Ergüder bekler beni. Ona nasıl dayanacağım Haluk Bilginer'le beraber hem de? Bildiğin Cana Ergüder izleyeceğim lan. Net konuşacak falan..
Çok şükür.





Hea

0

Girls s02e10 Ctrl + E
Ulen bu kadar yapma.. İnsan evladı, nasıl hayatı oynamışsın sen. Milyon kilometre ötede doğmuşuz, büyümüşüz. Nasıl tutar her şey? Bu yukarıdaki nedir be? İnsaf le..
Sindim ben köşede şu an..

Homeland

0


Yeni dizi dönemine girdim sonunda da hacı işler değişmiş biraz. Adamlar artık 3 ay dizi çekiyorlar, 9 ay ara veriyorlar. Hoş değil. Tam diziye başlıyorum 1 sezon 10 bölüm. Eritiyorsun bir solukta. Sonra bekle 9 ay. O ne le? 

Downton Abbey'i üç kere hatmettikten sonra Homeland vardı bir neymiş bakayım dedim. O kadar ödül aldı, izlemedik,, ayıptır dedim. Bir adet Mad Men olmasın sonumuz dedim. İyi ki de demişim. X Files ile başladık biz bu işlere. CIA falan sevdiğimiz, TV'de görmeye alıştığımız şeyler. 90'lardaki dizileri izlerken gündemi takip edemiyordun şimdi olduğu kadar. Homeland bunu sundu işte. İki sezon iki gün. Ayılıp bayıldığım bir karaktere sahip olmamasına rağmen bitti gitti. Pek inanmazdım böyle karakter saplantısı olmadan bir diziye bağlanabileceğime ama modern CIA vs. terörist dizisi başardı bunu. Şimdi bu arkadaşların sezonları sade ve sadece 12 bölümden oluştuğu için her bölümde ayrı beyin patlaması yaşıyorsunuz tabi. Olmuş işte. 
Bir de ek olarak arkadaşların müzikleri çok iyiymiş dedim. Açtım, baktım. Sonuç: Hans Zimmer. Adamsın.

Ben artık dizi dönemimden çıkıp, filmlere dalayım Oscar sezonu yaklaşırken. Anthony Hopkins, Hitchcock olarak ekranda Helen Mirren ile beraber. AYIP!
Syg,

DOWNTON ABBEY!

0



Diziler konusunda artık ön yargılarıma o kadar çok güveniyorum ki o kadar çok... Downton Abbey adlı dizi denen garip şeyi orada burada gördüğümde 'Asil İngiliz aile dizisi len, her koşulda götürürüm ben bunu' şeklindeki düşüncelerimle aylar öncesinden edinmiştim. Götürmek ne kelime! İki günde yaladım yuttum 3 sezonun hepsini. The Remains of the Day, Bleak House ve Jane Austen romanları karışımı.. Benim için yapmışlar lafını daha güzel bir yerde kullanamazdım muhtemelen. 

Abi neler neler? Hangi birinden nasıl başlasam. Uzun süre sonra bu kadar istekli, bu kadar içten bir yazı yazacağım için o keeedar mesudum ki azizim. 1910'lar, Yorkshire, London. Zaten bu kadarı yetiyor bana. Babadan, sülaleden kalma; akla hayale sığmayacak denli paralarla yaşayan asil bir İngiliz ailesi. Aile ve hizmetkarları aslında. Downton Abbey adlı köşkümüzde dönen entrikalar, oyunlar, sevdicekler.. Ya ben aslında oyununda, entrikasında değilim galiba. Beni 'Your Ladyship, mi'lord, mi'lady' ler içine çekiyor. Zaten İngiliz aksanı hayranı olan birine bir de böyle isim tamlamalarıyla geliyorlar. Mest olup gidiyorum. 

Mr. Bates gibi kocam olsun, yedi dübele borcum olsun der ve en sevdiğim karakter hikayemle başlarım. Karizmatik, zeki ama disturbed karaktermiz dizideki. Sen gel, bir gel la.. Hani adamın kendisi yetmiyormuş gibi dünya tatlısı Anna'yı da yanında veriyorlar al sana ikili yaptık diyerekten. Yan karakterin yan karakterleri belki ama umrum değil. Bir adet Mr. Carson ve Mrs. Hughes için bana diyorlar ki al bak The Remains of the Day de tadına varamamıştın gizli sevginin, al sana 2012 versiyon Mr. Stevens - Ms. Kenton ikilisi veriyoruz. Sağolun, varolun. Mr. Carson'daki İngiliz uşak asilliği, işine her şeyden çok olan bağlılığı şaşırtmayan cinsten lakin ki daha önce hiçbir yerde görmediğim şey ise böylesine asil bir uşağın duygusallığı ve bunu yeri geldiğinde insanlara göstermesi. Hepsi bir yerde. Bunları veriyorsun, yanına bir de  Maggie Smith'i her seferinde zeka dolusu laflar sokan, bir o kadar da kara mizah anlayışı mükemmel olan Granny rolüne oturtuyorsun. Beklemediğim bir şekilde çok güzel bir kara mizah var ama dizinin genel akışında. Bahsedemediğim karakterlerin hepsine de itinayla işlenmiş.

İlk sezon ilk bölüm alıştırma ama ikinci bölümden itibaren olayın içine doğrudan daldırıyor seni. Savaşla beraber ikinci sezon hararetli bir şekilde biterken Christmas Special bölümüyle en güzeli başına geliyor. Üçüncü sezon allak bullak olmuş kafayla eriyip gidiyor. Ahanda oldu len, tamam len, dediğiniz anda hoppa yeni bir twist, yeni bir engel şeklinde geçip gidiyor anlayacağınız üzere. Aralık sonunda yine özel bölüm var. Daha nasıl güzel olabilir kiiiieeeeaaa sorusunun cevabını lapsss diye alacağım gibi. 

Yarın nöbet iznimi diziyi hatmetmek için kullanacağım. O değil de araya Behzat Ç giriyor, bende iyice bir kültür şoku. 'Nabıyonuz lan?' dan 'Dinner is served, your lordship' e geçince sıkıntı oluyor az biraz. 
İzle.



Champs-Elysées

0

DVD saplantımla Paris aşkımı ahanda bu boxsetle birleştirdim. Paris'in yeri o kadar büyük ki ben de günler boyu manalı bir şeyler aradım almak için. Champs-Elysées'deki Virgin'de kendimi kaybetmişken sağda solda her yere saçılmış BSG'yi gördüm. Arkasına önüne bakmadan bir tane kapıp kasaya gittim. Oldu bence.

"..we have arrived at Earth.."

ABOUT TIME!

0


Sonunda oldu. Elalemin çektiği fotolara bakmayacağım artık. Ben ÇEKTİM lan bunu.
Kedi canını Eiffel.

Her şey olur

0

Behzat Ç. forumuna döndü blog biliyorum ama anlayın halimden. Savcının otopsi raporundan bahsedilen bölümler gösteriliyor televizyonda.

Bu şarkı da malum sahnede çalmıştı. 4 ay boyunca sahneyi izlemeyi reddetmiştim. Tabi yeni sezonun ilk bölümünde  sezon finali özetini tekrar tekrar gözümüze soktular. Kabullenme durumları belirdi. Sonra şarkıyla yüzleştim. Yüzleşmez olaydım. O ne la?

Baştan izliyorum diziyi. Önümde savcılı 69 bölüm var. Mesudum.
Canan.

" Ve elimde bir cinayet, kalbimde kan lekesi. "

Yürü git lan.

Korkuyorum Mary

0


Bir hafta kala kafayı yemek üzereyim. Korkuyorum lan bildiğin izlemeye. Zaten Cuma günü konseptiyle yerle bir olduk. O ne lan? Pazar akşamlarında mal gibi Pazartesi sabahı çilesini mi bekleyeceğim?
Kafam bozuk. Fragman da çıkmasın. Savcısız fragmanı bırak diziyi neyleyim?

Çok korkuyorum Mary.


Budur!

0

DVD koleksiyonumun yarısını duvara yapıştırdım. Bildiğin yapıştırdım yeşil faber castel hamurlarıyla... Temizlik sonrası çok fena gaza geldim. Birden oluverdi. Boxsetlerin ağırlığı çekmedi yalnız.
En orta en tepeye dikkat çekerim.

Savcım

2

 
VHS kasetlerine kayıtlı Şehnaz Tango bölümlerim var. 1998 yılında ilkokul 4. sınıfa giderken sabahçıydım. 10 yaşındaki çocukların gece 12'ye kadar bir diziyi izlemesi genel olarak aileler tarafından hoş karşılanmadığı için, Şehnaz Tango bölümleri annem tarafından kasetlere kaydedilirdi. Ertesi günü öğlen okulda çıkıp, öğle yemeği eşliğinde kaydedilmiş bölümler tarafımdan tek bir solukta izlenirdi. Abi 10 yaşındasın.. Şehnaz Tango'dan maksimum ne koyabilirsin o CAN Matematik dergilerinin doldurduğu kısımlardan artan kalan boşluklara? İlk hayranı olduğum aktris de bu hikayenin akabinde Perran Kutman olmuştur. Geri kalanlarsa aşağılarda yazılı malumunuz..

Aylar sonra yazıyorum buraya. Çünkü 14 sene sonra Şehnaz Tango niteliğinde yerli bir dizinin sezon finalini izledim dün gece. 14 sene sonra Behzat Ç ye vuruldum. VHS yerine harici diskler falan tabi bu sefer, gereksiz ayrıntılar. Evet, bahsettim önceden bu sapıklığımdan kısaca da olsa. Ama dün gece o sezon finali.. Bu sefer tek başıma izledim geçen seneki finalden farklı olarak. Ama yine ayakta izledim. Yine oturamadım, tırnaklar yine heba oldu. Gerçekçilik, oyunculuk, kurgu falan ne bileyim ben artık izlediğim şeylerde beni neyin niye bu kadar fazla etkilediğini aramaktan sıkıldım. Orada bir düzenbazlık falan bir şeyler karışıyor işte anlayamadım. Emrah Serbes abimiz, iyi ki varsın dedik, Pazar sendromu kalmadı dedik, biz neyi konuşuyorsak, nasıl muhabbet ediyorsak aynen ekrana koydun getirdin dedik, Erdal abimizi daha güzel sunamazdın dedik, bana Elvin Beşikçioğlu'nu en güzel şekilde ekranda izletme fırsatını verdin, sağol varol dedik, hangi olaya muhalefetsek haftasında topluma gösterdin bütün riskleri alarak dedik, olmadı ama... Belki de oldu gerçi, erken konuşuyorum. Ama konuşmam lazım. Büyük yazarsın, bunu da bir yerden döndürürsün diye umuyorum dün geceden beri. Ama bazen çok büyük bir yazar olmandan da korkuyorum. En güçlü karakterini edebi bir şekilde yok etmekten çekinmemenden korkuyorum. Savcım yazmaya bile çekiniyiorum şu anda. Serbes ile karşılıklı otursak 3 saat boyunca anlatabilirim neden olmaması gerektiğini. Canan Ergüder 2 sene içerisinde o kadar büyüdü ki gözümüzün önünde. Hemen ilk bölümü açıp izleyebiliyoruz artık. Farktan şüpheniz varsa ilk bölümdeki Atakule dibindeki dialogu izleyiniz. En basit nedenlerden birisi Canan Ergüder. Bir Türk izleyicisi olarak uzun soluklu Türk dizilerinde - ki bu Türk dizileri için 2 sezonu aşanlarda geçerlidir- alışkın değiliz bu kadar güçlü kayıpların verilmesine. Önümüze sunulmuş bayatlıktan gözümüzü açamadık pek. Hakikaten saçmalıyor olabilirim de yani elden gelen bir şey yok saplantı bendeki. Dizi de geç değil. Eser, sanat ne bileyim işte... Alınıyor insan, benimsiyor, bağdaştırıyor, kendi hayatından sıyrılıp o dünyada yaşarken buluyor kendini en rahat kaçış bu olduğu için.
İç dökme safhasını geçip, öz, forum yazısına geçecek olursak:  SAVCIAAAAAAĞĞ!!!!! Sahneyi izledim, bağırdım, bir yerime oturdum... Reklam girdi. Son sahne, ölüp ölmediğini anlamadık, tamam dedim. Reklamdan sonra sezon finaline istinaden kaldığı yerden devam etti. Akbaba kafasını iki yana salladı. Bitti dedim güzelim dizi, işte bitti benim için. 2 sene izledik, eğlendik, üzüldük iyi oldu falan, yenisi gelir, fişman.. Sonra ayıldım. 30. bölüm bunun için miydi?
- Sen niye ağladın?
- Geçti gitti boşver.
- Cık cık cık.. Sen niye ağladın?
- Behzat, sen akıllı bir adamsın. Ama konu kadınlara gelince biraz salaklaşıyorsun galiba.
- Heaaa?

Böyle devam ettiririm ezberimden falan, sapığım genel olarak. Ne dümenler dönüyor kafamdan, ne hayaller, ne umutlar.. Türk dizisi Behzat lan, Emrah da klasiktir, olur belkim şeklinde. Canan Ergüder'i izleyemeyecek olmama mı üzüleyim, diziyi kaybettiğime mi üzüleyim, bir daha eski bölümlere bile bakamayacağıma mı üzüleyim, savcılı fragman göremeyeceğime mi üzüleyim? Heyhat...

Sayın Serbes, sana çok pis laflar hazırladım kısacası. Mümkünse dile getirmek isterim.
Canan Ergüder, Seni Kalbime Gömdüm'ün galasında kolunuzdan çekiştirip "kızım şehir dışında, onun için fotoğraf çektirebilir miyiz?" diyen kadın annem, fotoğrafı çeken de abimdi.  Biz de mal gibi çalışıyorduk işte şehir dışlarında.

Saygılar.





Pulman

0


Gönül isterdi "şunu bunu izledim, aman da şöyle güzel, böyle aşık oldum" tarzında başlayayım yazıma... Bir şehirde çalışırken başka bir şehirde yüksek lisans yapınca; bırak izlediklerini, insan kişiliğinden ödün veriyor bir yerden sonra. İki aydır "daha düzene giremedim, bir gireyim de hallederiz" dediğim o kadar çok şey var ki. Şu aralar hiçbir zaman bir düzen olmayacağının gözüme gözüme sokulmasından rahatsız durumdayım.

Yani buraya az bakmış olan da bilir, böyle blogda iç dökme sahnelerinden nefret ederim aslında. Ama hayatımın üçte biri trenlerde geçtiğinden dolayı böyle bir birikti benim içimde.

Hiç bakmamış olan varsa Parks and Recreation baksın. BAK!

Joanie

0

4 günde Mad Men bitti. Hiç mutlu değilim. Sindire sindire 720p şeklinde bir daha izleyeceğim. Sonra da işe başlayacağım eski şehirlerde.
Joan Holloway - Christina Hendricks. Gel sen bi gehh...

Hadi bea!

0


Pilot bölümü yayınlandığından beri izlemeye direndiğim Fringe. Olmuyor be abim. Ama sıkıntıdan ilk sezonunu bitirdim ve inanıyorum ki izlediğim her bölümü bir adet X Files bölümü ile eşleştirebilirim. Bu diziyi kötü yapar mı? Yapmaz elbet. Gözlem benimkisi.

Bu yaz başladığım ikinci drama dizisi Fringe. Anladım ki artık dizi takıntısı falan olmuyor bende. Karaktere odaklanmam lazım. Yok bir William Adama, John Doggett ya da Scully. Scully demiş iken yanlışlıkla, bir crossover isterdim aralarında neredeyse 10 yıl bulunan iki dizi arasında. Scully, Olivia'ya şöyle Fowley'e attığı bakışlardan atsa, "Sen kimsin sarı?" manalarında... Olivia ablamız da böyle olağanüstü işler içerisinde. Kendisi de olağanüstü bir şey anladığımız kadarıyla. Ama ablam, Scully seni yer, üstüne de ölümsüzlüğünü gösterir sen ateş ettikçe falan ne bileyim. Niye böyle ilkokul bebeleri stayla "benim babam senin babanı döver"e bağladım bilemiyorum.


Bitch, please!!!

Shall I?

0

Lazım olur gece falan. Fever Ray.
If I had a heart, I could love you

Cate

0


Boşluk doldurmak için stumble tuşuna tıklamaktaydım umutsuzca. Bir Elizabeth: The Golden Age gördüm. Cate insanına olan düşkünlüğümden blog sayfalarında hiç bahsetmediğim aklıma geldi. Hayranlık duyduğum 'güzel' kategorisinde yer alan birkaç abladan biri Cate Blanchett. Çok uzun zırvalıklar yazmayacağım bu sefer. Ben daha klasik holivuda geçmeden önce Katherine Hepburn'u sağolsun önümüze getirmiştir kendisi. Artık yeterince bilgi sahibi olduğum bir dönem içinde çekilmiş The Aviator'ı da yeniden seyretmem lazım muhtemelen. Elizabeth filmlerinin ikisini de 'ablam oynamış' alanında izlenmesi gerektiğine inanıyorum. Onun dışında Cate ablamızın yer aldığı en etkileyici yapım bana kalırsa Notes on a Scandal dır. Judi Dench de altın tepside sunulmaktadır size. Son olaraksa kendisini Hanna'da izledim. Film çok fazla etki bırakmıyor üstünüzde. Ama beklediğimden iyiydi.


En son halini bir ayrı beğendim. Kalite tabi.

Iron Chair

0

Acımam, ekranın yarısını da kaplarım. Aman şu üstteki efsane adayını izlemeyi kimse ertelemesin. İşler, arkadaşlar, sevdicekler falan çıkmasın önünüze. Eğer yazıyı okuyorsanız an itibariyle gidin başlayın. 10 saat sonra da sezon finalinin akabindeki hissiyatlarınızı kelimelere dökemezkene ben gene burda olurum zaten kendim. Sabahın köründe Eskişehir'e gitmeyecek olsa idim eğer, bir yarım saat sonra 10 bölüm tekrarı gelecekti kuvvetli bir ihtimal. Tekrardan sonra da şu an bulmakta zorlandığım ve kendilerine layık gördüğüm sıfatları sırayla dizeceğim.

Emmy'i beklemeyin şu tahtı görmek için. Gözünüze gözünüze sokuyorum.

Winter is coming.

Manasız acoustic version

0
Resmi olaraktan mezun olduğum haberi hakikaten saçma sapan düşüncelere iteledi beni. Kitlediler beni. Boşluktan da garip bir hissiyat durumu var ki hiç hoş değilmiş. Bilmem kaç ay sonrasını kestirememek ne illet bir şeymiş. Nasıl saçma nasıl...
Behzat ın finali gelene kadar hiçbir şey düşünmeyeyim en iyisi. O bitince bir kafaya dank eder belkim. Bir hafta candır...
Bir de Canan da candır der iyice çekilmez bir kişilik olup çıkarım ortamdan.

Manasız

0



Bir garip haller içerisindeyim. Mezuniyetten falan kafa bir malladı, bir ne yapacağını şaşırdı. 3 ay iş falan aramam. Son nerdlüğümü yapcam o 3 ay ben, yedirtmem akşam mesailerine. Şimdiden sıraya koydum toplu izlencek dizileri. Film desen son vakitlerde Behzat amirim sağolsun kıyısına köşesine bakamadım hiçbirinin. Onlarda da bir devasa birikim oldu çok şükür.

İşte görüldüğü üzere boşluktan ortaya çıkan manasız bir şeyler çıktı ortaya. Ama kimsecikler bir adet Dr. Jekyll and Mr. Hyde Ingrid'ine laf edemez. Güzel.

'Biz de mutsuz olalım'

0
Ama Behzat Ç. 30. bölümle çok pis koydu. Emrah abi neettiin??

Bölümü ikinci kez izlicem birazdan. Doymadım final sahnesine doyamadım.
Savcım var. Ne dedin be ablam? Vur dedik, öldürdün be ablam.
Saygılar derim.

Behzat Ç. var ya la

0

İkinci Bahar'dan sonra takip ettiğim ilk Türk dizisi. Ankara, cinayet, amiri var, harunu hayaleti var, şevket ç. falan var lan.. Daha ne isteseydim bilemedim. Her şeyi bıraktım film falan izlemiyorum. 28 bölümü ezberlemekle meşgulüm son bir aydır. Bildiğin Türk dizisi buldum ve bildiğin pazar gecesi tvnin karşısına geçmek için elimden her geleni yapıyorum. Huzura erdim lan. Abim odama gelmişti geçen. "Türkçe mi konuşuyor onlar?" sorusuyla beraber ne kadar uzun zamandır yerli malı izlemediğimi bir kez daha gözler önüne sermiş oldu.
Böyle şeyler... Dizideki diyalogların içinde bazen o kadar kayboluyorum ki cinayetmiş, kim kimi kesmiş, olay çözümlenmiş falan pek umrumda olmuyor genelde. Erdal abimize saygımız sonsuz zaten. Her şey iyi, her şey güzel. Savcısı var, gönülü var. İnanılmaz oyuncular.

Kırk yıllık nörd, behzat ç izler. Angaralı ondan. Akşam olsa da izlesek.

Ingrid Bergman çok şükür!

0

Yine ve belki de son kez ders mers karmaşası içine girerken bir daha bu kadar bol vakti bulamam diyerekten artık uzun süredir yazmak istediğim ' Ingrid Bergman neden annem olmalıymıştı? ' temalı yazıyı yazıvereyim dedim.

Kendileri 1915 yılında İsveç'te bu dünyaya şeref vermişlerdir. Annesini küçük yaşta kaybettikten sonra fotoğrafçılıkla geçimini sağlayan babasıyla mutlu mesut bir çocukluk yaşamıştır. Lakin ki gençlik yıllarını göremeden babası da hayata veda etmiştir. Teyzesiyle kalan Bergman babasından da vakti zamanında almış olduğu destekle tiyatro okuluna seçilir. Böylece oynadığı filmlerdeki karakterlerin hayatlarından çok daha dramatik olan kariyerine başlamıştır Bergman.
Ben yine yazımızın ana kişisiyle olan tanışma hikayemizi anlatayım. Klasik hollywooda başladığım ilk gün. Annemin de ısrarlarıyla arka arkaya Gone with the Wind, Doctor Zhivago ve Casablanca'yı izledim ki 3 film toplamda 9 saatimi aldı. Kafa her ne kadar allak bullak olsa da bu 9 saat sonunda Bergman bir ayrı yer etti kafamda Casablanca'daki Ilsa Lund rolüyle. Casablanca'yla alakalı obsesif düşüncelerime daha önceden yer vermiştim. Bu düşüncelerin oluşmasındaki yegane sebeptir muhtemelen Bergman. Casablanca'dan sonra başladık tabi yeni bir insan yeni bir filmography hayat tarzımıza. Notorious, For Whom to Bell Tolls, Indiscreet sırasıyla izlendi ve devamı da akabinde geldi. 1 ayın sonunda Bergman'ın yer almış olduğu her şeyi izlemiş bulunuyordum. İnanılmaz güzellikle buluşan tarif edilemeyen bir yetenek sentezi olduğuna karar verdim kendilerinin.

David Selznick İsveç'ten gelmiş bu uzun boylu, utangaç ama bir o kadar da tatlı genç kızla ne yapması gerektiğine karar verirken epey bir zorlanmış. Karar verdiği ve üzerinde durduğu tek şeyse Bergman, İsveç'ten nasıl geldiyse öyle kalacaktı. Selznick belki de büyük bir risk aldı ama 1930'ların sonlarındaki hollywood için yenilenmesi gereken şeyler olduğunu ve bunlardan birinin de doğallığa olan özlem olduğunu düşünmeyi tercih etti. Sonuç olarak Bergman'ın ne ismi, ne yüzü, ne de saçı değişmişti kendisinin ilk hollywood filmi olan Intermezzo'yu çekmeye başlarken. Hollywood kariyeri hızını kesmeden yukarılara tırmanmaya başladı Bergman'ın. Garbo'dan sonra yine bir
İsveç'li Amerikalıları mest etmişti şüphesiz. Casablanca'yla doruk noktasına ulaştı ve Gaslight'la aldığı oscar heykelciğiyle uzun bir süre orada kaldı. Hitchcock evresine girdiği zaman ise dünyada en fazla tanınan film aktrisi ünvanını almıştı bile. Hitchcock'la aralarındaki ilişki tabi ki oyuncu yönetmen ilişkisinden çok daha ileri bir safhadaydı. Beraber çektikleri üç filmde de ( Notorious, Spellbound, Under Capricorn) birbirini daha iyi tamamlayabilecek iki insan olamayacağını gözler önüne serdiler. Hitchcock Joan Fontaine'den sonra şüphe duymaksızın yeni başrol oyuncusunu benimsemişti. Bu üç filmle artık kendini aşan Bergman'ın o vakitlerde tüm dünyayı sarsan kararları alması ise Open City'i sinemada izlemesiyle başladı. İtalyan yönetmen Roberto Rossellini'nin yönettiği bu savaş filmi Bergman'ı çok derinden etkilemiş ve Rossellini'nin diğer filmlerini izledikten sonra da bu derinden etkileniş daha da iz bırakmıştı ve sonunda olan olmuş Bergman Rosselini'ye burada daha önce yazdığım mektubu yollamıştır. Rosselini'den de kaçar mı? Dünyanın en ünlü yıldızı gelmiş benle film çek diyor (kendisine inanılmaz kızgınımdır. Bergman'ın çekebilme ihtimali olan en az 10 filmi bizden alıkoymuştur). Böylelikle ikilinin ilk filmi Stromboli için küçük bir adada çekimlere başlanıyor. Lakin ki sadece film çekimleri değil dünyayı sarsan bir aşk da başlıyor bu adada. Bergman'ın Amerika'da yaşayan kocası ve çocuğu tabi ki durumun bu kadar önemli hale gelmesinde büyük bir etken. Bergman sevdasından vazgeçmediği gibi bir de evlilik dışı çocuk gelince bu ilişkiden, ne basın kalıyor ne de hayranlarından biri Bergman'ın Amerika'ya geri dönmesini isteyen. Sürgün hayatı yaşayan Bergman'ın İtalya dönemi beklenildiği üzere iç karartıcı geçiyor. İkili pek çok film yapsa da Viaggio in Italia haricindeki yapımların hiçbiri vasatı geçemiyor. Bergman için bu karanlık dönemin oluşmasındaki en büyük etkense Rossellini'nin Bergman'ın başka yönetmenle çalışmasına izin vermemesidir doğal olarak. Tabi 1950'lerin sonuna doğru bu evlilikte parçalananlar arasında yerini alıyor ve Bergman yeni
sinemalarla ve tiyatro oyunlarıyla önce Avrupa'da tekrar kendini gösteriyor ve daha sonra Anastasia filmiyle 2. Oscar'ını alarak tekrar Amerika'daki hayranlarının gönlünü kazanıyor. Benim için bu skandaldaki en üzücü sahne ise Bergman'ı bu olaylar boyunca Ernest Hemingway ile beraber tek destekçisi olan uzun ömürlü arkadaşı Cary Grant, Bergman'a verilen Oscar'ı almak için konuşma yaparken, Bergman'ın bu konuşmayı ağlayarak İtalya'dan dinlemesi olmuştur muhtemelen. Hollywood'a dönüş yaptıktan sonra hiçbir şey değişmemiş gibi davranmıştır herkes Bergman için. Tiyatro sahnesinden de inmeyen Bergman yaşına göre ortalamanın üstünde yapıtlarda yer almıştır. 1974 yılında Murder in the Orient Express'teki 15 dakikalık rus ajan rolüyle 3. Oscar'ını aldıktan sonra uzun yıllardan beri beraber çalışmak istediği Ingmar Bergman'ın Autumn Sonata'sında ana dilinde inanılmaz bir performans sunmuştur. Kariyerine ise A Woman Called Golda televizyon filmiyle son vermiştir. Uzun bir süredir savaştığı kansere yenik düştükten bir iki hafta sonra ise Golda rolüne layık görülen Emmy ödülü kızına verilmiştir.

Bergman böyle bir hikayedir. Kendisinin üç dilde yazdığı biyografisini okurken 'yuhh, öehh, amannn' tarzı ünlemlerden kaçamadım tabi. Biyografide mektuplardan, günlüklerden alıntı yapıldığı için inanılmaz derecede etkiledi beni. Bu kadar beğendiğim, bu kadar taptığım bir oyuncunun hayatını, sorunlarını kendi cümleleriyle okumak...

Gelelim asıl olayımız olan film tavsiyelerine. Şimdi tabi Casablanca Bergman'a başlamak için mükemmel bir nedendir. Bir adet 'you are very kind' der, ölürüz, biteriz. Hemingway, Bergman'ı özel olarak istediği For Whom to Bell Tolls tabi ki kitabı okuyanlar için ayrıca tavsiye edilir. Onun dışında Notorious bir Bergman - Hitchcock - Grant başyapıtıdır. Indiscreet, Grant - Bergman ikilisinin romantik komediyle bile mükemmeliyetten taviz vermediğinin kanıtıdır. Anastasia ise senaryo açısından çok güçlü olmasa da Yul Brynner'ın da inanılmaz performansıyla birlikte oyuncu izlemece eylemi gerçekleştirebilirsiniz.
Bu kadar yazının ardından bir adet Casablanca izeleyeceğim yüksek müsadenizle.
Cheers.

“I've gone from saint to whore and back to saint again, all in one lifetime.”

The Remains of the Day (1993)

0

Gecelerden bir ÖSS arefesi, beş yıl öncesi. Saat olmuş 3:00. Uyuyamadık tabi nedendir bilinmez. Açtım televizyonu; yeşil tepelerin arasından ortaya çıkan inanılmaz güzellikteki köşkün görüntüsüne takıldı benim gözler. The Remains of the Day'e başlamışım meğerse. Film bitti. Akılda ne sınav var ne başka bir şey. Öyle tavana baktım. Böyle tanıştık biz bu filmle. Şu güne kadar kaç kere izledim gerçekten en ufak bir fikrim bile yok. Ama filmler ve Emma Thompson konusunda bu kadar takıntılı bir kişilik olarak ben bu film için hayatımda görüp görebileceğim en iyi hareket eden resimler topluluğu diyebiliyorsam eğer, bunun arkasındaki nedeni de açıklamak gerek tabi.

Bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi -- film demeye dilimin varmadığı bu mükemmel bişi dile getirilemeyen aşkların mihenk taşıdır benim için. Kazuo Ishiguro'nun aynı adlı kitabından Merchant & Ivory yorumuyla bize sunulmuştur. Filmimiz 1960'ların İngiltere'sindeki Darlington Hall'da uşaklık yapan Mr. Stevens'ın (Anthony Hopkins) bu köşkteki 30 yıllık servis hizmetinin en önemli anılarını anlatmaktadır bize. 30 yıl arasında gidip gelen flashback sahneleri bu konuda bize yardımcı olmakta. Ms. Kenton'ın (Emma Thompson) bu saray yavrusuna hizmetçi olarak alınmasıyla başlar flashbackler. Filmi derinlemesine anlatmak istemiyorum. Gerçi hiçbir filmde anlatmak istemiyorum. Herkes kendisi görsün, yorumlasın derdindeyim. Toplu bir anlatım yapmak gerekirse, Mr. Stevens'ın işine olan bağlılılığı (1930lardaki bir İngiliz butler olarak) ve buna bağlı olarak da görmezden geldiği önemli hususlar 134 dakikayı doldurmaktadır. 1930 Almanyası'nın Avrupa'daki etkisi ve sonuçları, dile getirelemeyen bi romantizm bunlardan birkaçıdır sadece.


Buraya kadar yazdıklarım filmi görmüş ama izlememiş garip insanları ilgilendirmektedir. Bundan sonra yazacaklarım ise benim bu filme aşık olma nedenlerimden oluşmaktadır. Dikkat çekmek isterim: Spoylır. Öncelikle Emma Thompson ve Anthony Hopkins demek istiyorum. Nasıl bir ikili olduklarını 1992 yılında yine bir Merchant & Ivory filmi olan The Howard's End ile gözümüze sokmuşlardı. Abartıysa abartı. Bu ikiliden öte insan tanımıyorum, tanımayacağım. Filmimizdeki Mr. Stevens ve Ms. Kenton karakterleri 30 yıldır hakkında tek kelime bile edilmemiş bir aşkın içindedirler. Kelimelere gerek kalmamıştır aslında. Üst tarafta görülmekte olan kitap sahnesini 23423. kez izleyişimde bile tansiyonum hala fırlamaktadır. Hopkins'in Thompson'ın dudaklarına odaklanmış bakışı, inatla kitabı bırakmayışı... Bunu yürekten beyan ediyorum ki bu sahne çekilmiş ve çekilecek en güzel sahnedir film sahalarındaki. Nokta. Bir adet Chinaman için edilen kavga ve Hopkins'in inatla aynı ses tonunda yüzlerce cümle sarfetmesi. Bir adet 'I'd be lost without her' cümlesinin Mr. Stevens tarafından Ms. Kenton için dile getirilmesi. Mr. Stevens'ın yüz yıllık şarabı kırması (verebileceği en büyük tepkidir film içerisindeki) ve akabinde göz yaşları içinde boğulan Ms. Kenton'a 'salon kapısının yanındaki biblonun tozu alınmamış günlerdir, ilgilenmeniz mümkün olabilr mi?' demesi ve biz normal seyircilerin çıldırması. Son olaraksa 30 yıl sonrasında bile bizden esirgenmeyen otobüs arkasındaki veda sahnesi. Teşekkür ederiz Merchant ve Ivory amcalarımıza.

Filmle ilgili anlatmak istediğim o kadar ayrıntılı parçalar var ki aslında. Gece boyu durmadan yazabilirim gibi. Ama en sevdiğim, en tatlı ayrıntıyı paylaşacağım sadece. Flashback görüntülerinde görürüz ki Mr. Stevens ve Ms. Kenton akşamları buluşup ertesi gün yapacakları işlerden bahsederler. Sıcak çikolatalarını içerlerken tatlı tatlı sohbet ederler. 30 yıl sonrasında buluştukları ve iskelede oturdukları sırada birden ışıklar yanar hava kararmakta olduğu için ve insanlar mutlu mesut olduklarından mütevellit alkış tutarlar, heyecan, sevinç vs. Ms. Kenton (Mrs. Benn tabi artık) da insanların neden akşam olduğunda bu kadar mutlu olduklarını hiçbir zaman anlamadığını söyler. Bu cümleyi sarfettiği anda Hopkins'in suratındaki ifadeye, gözlerindeki bakışa dikkat etmiş olan bir kimse bence artık film endüstrisinin daha öteye gidemeyeceğini anlamıştır.

Bugüne kadar 'bana film tavsiye et' cümlesiyle yaklaşan kimselere verdiğim ilk öneri olmuştur The Remains of the Day. Her seferinde Mr. Stevens'a en ağır küfürler layık görülmüştür tabi. Yeri gelmiştir hep birlik izlenip hep birlik küfür edilmiştir kendilerine, o asil uşağımıza. Hopkins'in etkileri demekteyim sadece. Bloga azcık göz atmışlar bilir Emma Thompson düşkünlüğümü. Bu filmle doruklara çıkmıştır muhtemelen takıntım. İnanılmaz işler başaran, inanılmaz zeki bir kadın kendileri. Görmeye ihtiyacınız olan hangi duygu varsa hepsini yüzüne yansıtabilmeyi başarmıştır bu filmde de. DVD'de yer alan yorumuyla filmi izledikten sonra zaten uzun süre iletişim kuramadım etrafımdaki insanlarla.

Bu filme aşığım, ölüyorum, bitiyorum. Tek ricamdır; önümüzdeki günlerde soracağınız 'ay çok sıkıldım, napsam?' adlı sorularınızın ilkinin cevabı bu filmi izlemek olsun. İzledikten sonra da gelin hep beraber dertleşelim, sinirlenelim, küfür edelim, ağlayalım, sızlayalım. Benim tek emelim budur bu yazıyı yazmaktaki. Evit.

En Sevdiğim

0

Huzur doluyum. Projenin bitmesiyle tatile giren ben eski ben oldum. Günlük 4 film dozajımı bırakmadan devam ediyorum. Troleybüs.

Oscar adaylarını bitirmekle başladık tebi her şeyden önce. Çok şükür diyorum. Bir adet Colin Firth göreceğim minik heykelcikini alırken. Sonra ne olduysa oldu, yine klasikler içinde buldum kendimi. Deborah Kerr falan baktım biraz. Hitchcock'tan eksiklerimi giderdim. Böyle klasikler içine dalınca kendimi romantizmin içine sürüklenmiş bir şekilde buldum ve son iki gündür izlediğim filmlerin hepsinin aynı romantizm içinde ilerlemesine özen gösterdim. Kurtulmam lazım bu sendromdan. Benim bu mükemmel romantik ruh halimde boy gösteren filmlerden birinden bahsetmek istiyorum an itibariyle: Shadowlands. Narnia Günlükleri'nin yazarı C.S. Lewis'in belki de hayatının en önemli dönemlerinden birini anlatıyor film. Gerçek, minik bir aşk hikayesi. Anthony Hopkins bana kalırsa middle-aged romanceın en iyi oyuncularından. Ben başka birine bu kadar aşık olmayı yakıştıramadım hiçbir zaman.

Biraz daha kavuşamayan aşıklar, kavuştuktan sonra kansere yenik düşen aşıklar, dile getirilmeyen aşklar vs. temalarında devam edeceğim. Bu ruh halimin sonunda dile getirilemeyen aşkların ustası The Remains of the Day'le blog sayfalarına döneceğim.
Yes.

La bir dur!

0
Cannes Film Festivali'ne giden Ingrid Bergman'ın da yardımlarıylan yediyüzellibeşgün sonra bir şeyler yazayım istiyorum bloga.

Abi bir kere sen son sınıf makinacısın. Senin neyine blog yazmak? Bu soruyu bir sor kendine. Hiç bir şey izleyemedim aylardır. Bir geçen gün 1 saat boşluk buldum da bir bölüm X Files izledim. Ruhumun tekrar bedenime geri döndüğünü hissettim. Arada birilerini kandırırsam Casablanca izliyorum. Çok yanlış...

Neyse ki bu sene Golden Globe ödülleri iki final arasına denk gelmedi. Ama aday olmuş filmleri bitiremedik tabi daha. Ama Colin Firth diyorum. Heleloy olur. Candır, canandır.

Gideyim. HEX bekler.

Hoş Değil

0
Yeni dönem heyecanıydı, kalemiydi, silgisiydi, teknik seçmelisiydi, içten yanmalı motoruydu derken bir koptum ben. Gerçekten içten yanmalı motor adlı bir dersim olacak. Ben bu dersi kendi ellerimlen seçtim. Kodu yazdım, add course dedim, sistemde karşı çıkmayınca hiçbir şey olmamış gibi logout dedim.İçten yanmalı motor. İngilizcesini orda burda bağırınca bu kadar garip hissetmemiştim halbukisi.


Nerdlükten insanlığa geçiş döneminin bittiğini kabullenmeye çalışıyorum son günlerde. Ama son anda iyi gaza geldim tatilde. Ben ki yeni dizilere her daim önyargıyla göz kısarak, ağız bükerek bakan insan dört tane yeni diziye başlayıp şu güne kadar çekilmiş bölümlerinin hepsini izlemiş bulunuyorum. Biri inatla izlemediğim ama güvendiğim Carnivale'dir. Nurse Jackie denilen ve komedi dalına konulan diziden bu kadar hoşlanabileceğimi hiç tahmin etmemiştim. Tanımlayamıyorum diziyi insanlara. Bir garip, bir dğişik, bir ne hissetmen gerektiğini bilmiyorsun izlerken. Bir güzel kısacası. The Office yüzyıllardır sayıp küfrettiğim, 30 Rock karşısında ezdiğim dizi olarak yer etmişti kafamda. Ama The Office UK bir günde izlendikten sonra Ricky Gervais'in Amerikalı meslektaşlarının bu diziye ne gibi değişiklikler katarak Amerikan televizyonuna koyduğunu merak diyorsunuz. Dizinin 6 sezonu da bitiverdi bir hafta dolmadan. Ne tatlılarmış dedim. O ettiğim küfürler kimseye ulaşmadan kayboluverdi içimde. Bir de hastası olunan Emily Blunt'ın hastası olunacak kocası John Krasinski gördüm. O da olmuş. Dalyan gibin delikanlı.


İşte bu geçiş dönemini sona erdirirken dönem başlarında gerçekleştirdiğim devlet tiyatrolarına oyun bakınmaca işini aksatmışım. Halt etmişim! Zerrin Tekindor insanının oyunu dibime gelmiş. Tabi biletler angara sosyetesi ve emekli öğretmenler tarafından saniyesinde tüketilmiş. Ama ama ama.. Ben geçen sene o oyunu görüp 'Abiii İstanbul'da yaşamıyorum diye üstüme geliyor İDT. Zerrin Tekindor ve Çetin Tekindor gibi kutsal insanları 4 yetaleye kanlı canlı izleyebilrdin diyor gözümün içine baka baka.' şeklinde isyanlar etmiştim. Şimdi gelmiş oyun, öyle dolu olan ve gri renk ile göstrilen koltuklara bakıyorum yarım saattir. Son oyuna daha 13 gün var. Birinin Almanya'dan oğlu gelir belki. Vahide Gördüm ile Haluk Bilginer'in oyununa da öyle bulmuştum bilet.

Adebayor.

The Silence of the Lambs

0

Dünkü gecenin daha doğrusu sabahın ikinci filmi oldu kendileri. Film defteri var bende. Her ay izlediğim filmleri yazıyorum işte. Asosyallik. Neyse işte dün Hannibal Lecter'ı 11. kez izlemişim defterin dediğine göre. Daha pek çok kez de izleyeceğim. Tek sorun şudur ki ben ne zaman böyle manyak bir kişilik oldum?

Şimdi yılların efsanesini oturup tartışmayacağım tabi burda. Kendileri ilk 5 listemdedir zaten. Şöyle bir gariplik var tabi. Ben filmi ilk izlediğimden bu yana yaklaşık 1.5 sene geçti. 20 sene filmden habersiz yaşamışım. Boş bir hayat olmuş. Hep kandırdılar abi beni. Şahsen Stephen King'in 'It' adlı kitabının sinemaya uyarlamasını 5 yaşında izledikten sonra korku filmi izlememiş bir insanım. Artık hangi mükemmel insanlar beni bu filmin korku filmi olduğuna ikna ettiyse nerde filmi görsem arkama bakmadan kaçmışım. Akıllı bıdık! İşte filmi argadaşlan izledik (Kendisi de anormal sayıda film izler). Oturup beş dakika birbirimize sövdük filmi daha önce niye görmedik diye. İşte böyle talihsizlikler oldu Lecter'la aramda.


Ben baktım Hopkins insanı gerçekten kırpmıyor gözünü konuşurken. Öyle yani. Yarım saatten az bir süre gözüküyorsun filmde. Ama bir kere 'That's incidental' ya da 'Clariiiiiiiiice' demene bakıyor ya benim ilkokul veleti tepkileri vermem. Benim karaciğerimi bezelye ve şarapla yiyebilirsin. Jodie Foster ile evlenirim. Yani beni böyle kabul ederse benim için bir sorun olmaz. Sadece gözleri oynuyor ablanın. Bir de dudak inceliyor. Ama Clarice Starling insanı insan değil. Sıpoylır: O kuzucukları anlatırkenki hali olsun, elin katilini karanlıkta kovalarkenki çaresizliği olsun, Lecter'ın içindeki güzelliği anlaması olsun... Tabi kendisi bir de Dana Scully ablamızı ekrana koyan Chris Carter için ilham kaynağıdır. O şekilde de ayrı saygı duyarız. Müzükçimiz Howard Shore olmasa bu kadar etkili sahneler olmazdı bu saydıklarım o da var. Koca spoylır: Lecter'ın iki gardiyanı biçerekten gerçekleştirdiği kaçıştaki müzikler olmasa hiçbir şeyin bir manası kalmaz gibin geliyor bana. Lav.

Tavsiyede falan bulunmadım. Şimdi yanlış anlaşılma olmasın. Şu yazıyı bulup da okuyan biri, bu vakte kadar filmi izlememişse geçerli sebepleri vardır diye düşündüm. Oldu ki gözden kaçtı, aman diyeyim.


Sıkıntılar

4
Saat sabahın 7'si. İnanılmaz sıkıldım. Dedim bari haftalardır manasızca yaptığım nerdlüğün bana kattığı şeylerin ne kadar saçma olduğunu ortaya yazıvereyim. Çünkü tek akıllı benim ya, ondan.

Bir kere Death Note adındaki animeyi izlemiş ve izlememiş insan beyinleri arasında hala fiziksel olarak bir fark olduğuna inanıyorum. Şöyle ki animeyi izlediğiniz zaman ister istemez beyninizin daha önce kullanmadığınız bilmem kaç gramlık parçasını kullanmak zorunda kalıyorusunuz. Ben 3. kez izlemeyi bitirdim diye övmüyorum yani. Bir izle. İzledikten sonra zeka fışkıracak kafandan. Biri küçükken öyle derdi. Neyse.

Sonra 'Emma Thompson kadını hem yetenekli, hem zeki hem bikbik..' diye ötüp durmaya hayatımın sonuna kadar devam edeceğimi bir kez daha bu viyoyu izledikten sonra anladım.

The Daily Show With Jon StewartMon - Thurs 11p / 10c
Emma Thompson
www.thedailyshow.com
Daily Show Full EpisodesPolitical HumorTea Party

Clint Eastwood'un hem yönetip hem de rol aldığı The Bridges of Madison County denen filmi 25. kez izlerken, 25. kere aynı saniyede ağlamam normal bir tepki değildir bana kalırsa. Bir gözlem daha eklemece: Meryl Streep güzel değil. Gözleri bitişik, elmacık kemikleri çıkık (bu özelliği aslında onu yegane kılanlardan biri), ağzı yumuk, küçük falan.. Ama beni ve kimi ne ilgilendirir. Kadın İtalyan aksanı yaparken inandırıyor ya İtalyan olduğuna. İnanıyorum ben şahsen kendim.

Son olarak da Soledad Villamil (El Secreto de Sus Ojos'ta Irene rolündeki güzel insan) ablamızın sesini bir dinleyin. Tangocuymuş kendileri. Bilindiği üzere az bulunuyor böyle kişilikler. Hem kendisi güzel, hem oynaması güzel, hem de sesi güzel. Bir garip. Ayrıca film de sağolsun ben İspanyolca öğrenmeye başladım. Filmin tüm repliklerini ve anlamlarını ezberleyince gerisi geldi zaten.

NERD!

El Secreto de Sus Ojos

0

Bundan öncesinde pek de güzel filmler tavsiye etmemiş ipir arkadaşım izle dedi Gözlerindeki Esrar adlı 2009 yapımı Oscar'lı Arjentin filmini. Üç gün önce falan edinmiştim filmi. Duruyordu bilgisayarda. Bugün sordum ipircike. 'Onu izledim, bunu izledim, Dark Knight bile izledim sonunda.. Bugün ne izleyeyim?' İyi ki sormuşum. İyi ki.. Benim kafa nerdeymiş bugüne kadar diye hayıflanıyorum son bir saattir. Filmin içeriğiyle ilgili bir şey yazasım yok şu an. Çünkü biliyorum ki yarın 3. kez, ertesi günü 6. kez izlemiş olacağım filmi. Bir filmden ancak tekrar tekrar izleme isteğim geçtiği anda bahsedebiliyorum içerik olarak.

Bir adet The Remains of the Day sendromu bu. Hareket eden resimlerden bekleyebileceğim her şeyi verdi bana bu film. Kelimelerin oyun dışı bırakıldığı, gözlerle anlatılan bir aşkı yanında yedek oyuncu olarak getirmiş inanılamayacak kadar çarpıcı bir gizem. Oyuncu abilerim ve ablam. Siz nerdeymişsiniz de ben sizi görmemişim diyorum. Abla da ahım şahım bir güzellik yok lakin ki nerden gelmekte o çekici bakışlar, o gülümseme hiçbir fikrimiz yok. Abideki mavi bakışların da yardımıyla öne çıkan karizması..

Son on yılın en güzel filmini falan arıyorlar ya orda burda.. 'Abi dur, bulduk işte, sakin olun.. Nolan'ı da rahat bırakın. Burda abi son on yılın en iyi filmi.. Abi bir saniye..'

İzle. Kesin ve net.

Sinemaya gitmek

2



Bu gerçek bir yaşam öyküsüdür. Aylık izlediğim film sayısı anormal doğa olayları gerçekleşmediği sürece genelde 30-40 arası değişir. Fekat yılda sinema salonunda izlediğim film sayısı ben diyeyim 4, sen demek istersin 5 ... Abartı yok, şahitlerim var. Şimdi nerden açıldı derseniz konu Inception'ı izlemeceden geldim az önce evime. Ben ki Dark Knight'ı izlememek için hala direnen bir canlıyım, Inception'a hiç sorgu sual yapmadan gidiverdim. Imdb'ye 3 nomerodan girmiş dediler tabi, duramadım yerimde. Kısaca fikir de belirtelim filmle alakalı; şahsen lucid dreaming muhabbetiyle yakından ilgilendiğimden ötürü kurgu ilk dakika içerisinde beni hapsetmeyi başardı. Bir adet #3 filmi olmasa da izlenmeli sinemada. Ayrıca artık Hans Zimmer hangi filmin müziğine el attıysa izleyeceğim. Oyuncu takibinden sonra Zimmer takibine de başladım. Onun dışında 'Nolaaaaaaaannn, beni sevvvvv' tarzı bir tepki göstermedim film bittiğinde.

Gelelim asıl konumuza. Sinemaya gitmeyi sevmiyorum ben. Sevemiyorum. Geçen senelerde gittiğim filmlere baktığım zaman bir filmi sinemada izlememin tek nedeni Emma Thompson'ı ya da Anthony Hopkins'i büyük ekranda izlemek olduğunu gördüm. Yani öyle büyük ekran, sesler, efektler pek ilgimi çekmiyor. Odamdaki 51 ekran Grundig tv ve kafam büyüklüğündeki kulaklıklar gayet işimi görmekte. Ben zaten annemle falan televizyon izleyemeyen bir çocuktum küçükken. Başka biri odaya girip benle beraber tv izlemek için oturmaya yeltendiği zaman, televizyonun uzaktan kumandasını usulca sehpaya bırakır kaçardım. Çok şükür ki artık televizyonla ilişkim kalmadı. Yani demek istediğim bilmem kaç kişiyle aynı salonda oturup film izlemek pek huzurlu bir şey değil benim açımdan.


Sinemada ilk izlediğim film Aslan Kral'dı. Belki ordaki antilopların da bir etkisi olmuştur tabi. Bilemedim.

Notorious (1946)

1

En sevdiğim Hitchcock filmini yere göğe sığdıramayacağım önümüzdeki satırlar içerisinde, hazır olalım. 1946 yapımı Notorious filmimiz bana kalırsa hak ettiği yere gelememiştir 60 küsür yıl boyunca. Aslında kendisi o yıllarda çekilmiş en iyi korku - gerilim - polisiye üçlüsünü oluşturabilmiş filmlerden biridir. Ama benim için yeterli değil tabi. Hitchcock bilen, izleyen insanların bu filmi hatırlamak için istedikleri beş saniye hala gözüme batmaktadır. Filmin Ingrid Bergman ve Cary Grant'i birleştirmiş olması da tabi ki aptal bir bilgi benim gibi nerd için.

Bu sefer konu falan yazacağım. Çünkü yazıyı okumaya başlamış herkesin ilerideki bir ay içerisinde filmi izlemelerini can-ı gönülden arzulamaktayım. Özen göstermek gerek. Filmimiz babası vatan hayınlığından yargılanırken hala gülüp eğlenmeye devam eden, parti kızı şeklinde takılan Alicia Huberman (Bergman) adlı genç ve güzel bayanın Devlin (Grant) adlı Amerikan ajanından aldığı iş teklifiyle başlamaktadır. İki karakter arasındaki 'zıt kutup çekim kimya bik bik' tabi ki izlenmeden anlaşılamaz. CIA'in Huberman'dan yerine getirmesini istediği görev de şu şekildir, Brezilya'da Almanlar aracılığıyla yasa dışı pek çok iş yapan Alex Sebastian'ı (Claude Rains) baştan çıkararak, yaptığı iş ve etrafındaki insanlar hakkında bilgi edinmek. Tabi bu görev verilene kadar Devlin ve Alicia arasında engellenemeyen kimyasal ve fiziksel çekimlerden ötürü küçük kıvılcımlar meydana gelir. İşte efenim filmin geri kalanın da Alicia'nın vatanseverliğinden dolayı ortaya çıkan 'iki erkek arasında kalma' durumu, ajanlıklar, olay çözümlemeler Hitchcock kamerasından bize yansıtılmaktadır.


Gelelim filmin benim hafızamda bıraktığı izlere. Öncelikle Ingrid Bergman hadisesinden gireceğim yüksek müsadenizle. İzlediğim ilk Bergman filmi Casablanca'dır. Bilen bilir, ordaki Bergman karakteri gayet temiz kalpli, aşık, iyi kadın özelliklerini sergiler. İzlediğim ikinci Bergman filmiyse Notorious. Tabi karakterden karaktere geçiş bu kadar sert olunca gayet 'höeehh,,öehh' tepkileri vermiştim. Çünkü izleyeceğiniz üzere (çok eminim kendimden, alejandro) Alicia karakteri bahsettiğim gibi partilerden partilere koşayım, içeyim, eğleneyim, kimse bana dokunmasın imajı çiziyor filmin başında. İşte bu yüzden seviyorum oyuncu takip etmeyi, itiraf ediyorum. Filmle alakalı diğer nerd bilgilerine gelecek olursak, Hitchcock ve Bergman dostluğunun zirveye ulaştığı filmdir Notorious. Grant ve Bergman'ın da 35 yıl sürecek olan kanka modu da bu filmle başlamıştır. Filmde yer alan öpüşme sahnesi tarihinin en uzun öpüşme sahnesidir. Şöyle ki o vakitlerde bir öpüşme 3 saniyeden fazla olursa sensörlerden geçemiyor idi. Lakin ki Hitchcock filmdeki öpüşme sahnesi için garip bir yol izlemiş ve bu yakınlaşma sahnesi 3 dakikadan fazla sürmüştür. An itibariyle gereksiz bilgi vermek konusunda sınırlarımı aşmış bulunmaktayım.

Film arayışınıza son veriyorum. Notorious izleyin. Son yıllarda diyalog arayışlarından kurtulamamış,efekt üzerine efektle biz sinemasever insanları kandırmaya çalışan filmlerden çıkıp bir nefes alırsınız en azından. Ingrid Bergman güzel, Hitchcock kamerasından izlemek ayrı bir keyif veriyor.

Fitbol seven kız

1

Nike Write The Future from Wieden + Kennedy London on Vimeo.



Çok beğendim ya reklamı. Biz minikken Figo da olurdu böyle mini filmlerde. Tey tey..

Küççükken en çok beraber oyun oynanan kişi bir adet "abi" olunca böyle futbol izlemeyi de sevdim, Counter Strike da oynadım. An itibariyle de askerdeki abiye ithafen Battlefield nostaljisi yapacağım.

Müzik (kbps)

2



Hiçbir fikrim yok neden sabahın 6'sında böyle bir yazıyı yazmaya çalıştığıma dair. Sıkıntı. Biraz da müzik demek istedim aslında. Ezildi çok ya müzik arşivim şu bloga yazdıklarıma bakacak olursak. Halbuki uyanık olduğum zamanın yüzde doksanlık kısmında yer alıyor kendileri. Bir tek film müziklerinden bahsetmişim blogda. Bilinmez ki 6 yaşımızdan beri metal dinliyoruz. İşte liseli ergen metalciydik. Sonra üniversitede yine taviz vermeden metal. Gitarını al, metal konserini ver. Sonra sonra artık yavaş yavaş daha sakin müziğe olan özlemin ortaya çıksın. Şahsen benim dinleti hikayem bu kadar. İşte önümüzdeki küçük paragrafta da son zamanlarda pek çok beğendiğim, dinlemenin bir ihtiya haline geldiği dinletilerden bahsedeceğim.

Deftones denen çalgı çengi grubuna aşırı derecede takmış durumdayım. İlk çıktıklarında arkadaşlara nu metal demişler. Ama dinleyince takdir edersiniz ki öyle değiller. Ne olduğu belirsiz metal yapıyor abiler aslında. Şarkılarında eğlence aramaya kalkışmayın. Yok yani öyle huyları. İç karartıcı da değil. Sadece bulunduğunuz melankolik durumu çok daha çekilir hale getiriyor sizin için. Alternatif bir metal grubu arayışında olanlara tavsiyemdir. Digital Bath, Passenger, Minerva, Mein, Diamond Eyes başlayın derim, ordan nereye götürürse artık...

Bir de böyle ordan burdan gelmiş şarkılar var çalma listemden çıkmayan. Yumuşak bir giriş yapacak olursak: Frank Sinatra - Strangers in the Night. Çok üzüldüm ben bu şarkıyı bu kadar çok geç keşfettiğim için. Benim için yeni bir Damien Rice: Ben Harper - Alone. Biraz daha rock çizgisine çıktığımız zaman: Negramaro - Nuvole e Lenzuola. Guitar Hero'dan çıkıverdi karşıma. Sonra da geri yollamadım. Madem rock çizgisindeyiz toplu olarak Hypnogaja önermekteyim. Yeni nesil, yeni tat manasında. Son olarak metaldeki en son gözdeler ise Rammstein - Adios ve Novembre - Nascence olarak sıralanır. Aslında metale girersem çıkamam yani abartmama pek gerek yok o yüzden ilk aklıma geleni yazdım son bir iki haftada en çok dinlediklerimden.

Bir minik metalcinin günlüğü gibi olcaktı diye korkmuştum yazı. Şükür.

Yine notçuk: Fotoğraftaki gitarın sahibi nerd insan ben,evet. Ne uğraşmıştım o X şablonunu çıkartmak için. Piyüvvvvv...