La bir dur!

0
Cannes Film Festivali'ne giden Ingrid Bergman'ın da yardımlarıylan yediyüzellibeşgün sonra bir şeyler yazayım istiyorum bloga.

Abi bir kere sen son sınıf makinacısın. Senin neyine blog yazmak? Bu soruyu bir sor kendine. Hiç bir şey izleyemedim aylardır. Bir geçen gün 1 saat boşluk buldum da bir bölüm X Files izledim. Ruhumun tekrar bedenime geri döndüğünü hissettim. Arada birilerini kandırırsam Casablanca izliyorum. Çok yanlış...

Neyse ki bu sene Golden Globe ödülleri iki final arasına denk gelmedi. Ama aday olmuş filmleri bitiremedik tabi daha. Ama Colin Firth diyorum. Heleloy olur. Candır, canandır.

Gideyim. HEX bekler.

Hoş Değil

0
Yeni dönem heyecanıydı, kalemiydi, silgisiydi, teknik seçmelisiydi, içten yanmalı motoruydu derken bir koptum ben. Gerçekten içten yanmalı motor adlı bir dersim olacak. Ben bu dersi kendi ellerimlen seçtim. Kodu yazdım, add course dedim, sistemde karşı çıkmayınca hiçbir şey olmamış gibi logout dedim.İçten yanmalı motor. İngilizcesini orda burda bağırınca bu kadar garip hissetmemiştim halbukisi.


Nerdlükten insanlığa geçiş döneminin bittiğini kabullenmeye çalışıyorum son günlerde. Ama son anda iyi gaza geldim tatilde. Ben ki yeni dizilere her daim önyargıyla göz kısarak, ağız bükerek bakan insan dört tane yeni diziye başlayıp şu güne kadar çekilmiş bölümlerinin hepsini izlemiş bulunuyorum. Biri inatla izlemediğim ama güvendiğim Carnivale'dir. Nurse Jackie denilen ve komedi dalına konulan diziden bu kadar hoşlanabileceğimi hiç tahmin etmemiştim. Tanımlayamıyorum diziyi insanlara. Bir garip, bir dğişik, bir ne hissetmen gerektiğini bilmiyorsun izlerken. Bir güzel kısacası. The Office yüzyıllardır sayıp küfrettiğim, 30 Rock karşısında ezdiğim dizi olarak yer etmişti kafamda. Ama The Office UK bir günde izlendikten sonra Ricky Gervais'in Amerikalı meslektaşlarının bu diziye ne gibi değişiklikler katarak Amerikan televizyonuna koyduğunu merak diyorsunuz. Dizinin 6 sezonu da bitiverdi bir hafta dolmadan. Ne tatlılarmış dedim. O ettiğim küfürler kimseye ulaşmadan kayboluverdi içimde. Bir de hastası olunan Emily Blunt'ın hastası olunacak kocası John Krasinski gördüm. O da olmuş. Dalyan gibin delikanlı.


İşte bu geçiş dönemini sona erdirirken dönem başlarında gerçekleştirdiğim devlet tiyatrolarına oyun bakınmaca işini aksatmışım. Halt etmişim! Zerrin Tekindor insanının oyunu dibime gelmiş. Tabi biletler angara sosyetesi ve emekli öğretmenler tarafından saniyesinde tüketilmiş. Ama ama ama.. Ben geçen sene o oyunu görüp 'Abiii İstanbul'da yaşamıyorum diye üstüme geliyor İDT. Zerrin Tekindor ve Çetin Tekindor gibi kutsal insanları 4 yetaleye kanlı canlı izleyebilrdin diyor gözümün içine baka baka.' şeklinde isyanlar etmiştim. Şimdi gelmiş oyun, öyle dolu olan ve gri renk ile göstrilen koltuklara bakıyorum yarım saattir. Son oyuna daha 13 gün var. Birinin Almanya'dan oğlu gelir belki. Vahide Gördüm ile Haluk Bilginer'in oyununa da öyle bulmuştum bilet.

Adebayor.

The Silence of the Lambs

0

Dünkü gecenin daha doğrusu sabahın ikinci filmi oldu kendileri. Film defteri var bende. Her ay izlediğim filmleri yazıyorum işte. Asosyallik. Neyse işte dün Hannibal Lecter'ı 11. kez izlemişim defterin dediğine göre. Daha pek çok kez de izleyeceğim. Tek sorun şudur ki ben ne zaman böyle manyak bir kişilik oldum?

Şimdi yılların efsanesini oturup tartışmayacağım tabi burda. Kendileri ilk 5 listemdedir zaten. Şöyle bir gariplik var tabi. Ben filmi ilk izlediğimden bu yana yaklaşık 1.5 sene geçti. 20 sene filmden habersiz yaşamışım. Boş bir hayat olmuş. Hep kandırdılar abi beni. Şahsen Stephen King'in 'It' adlı kitabının sinemaya uyarlamasını 5 yaşında izledikten sonra korku filmi izlememiş bir insanım. Artık hangi mükemmel insanlar beni bu filmin korku filmi olduğuna ikna ettiyse nerde filmi görsem arkama bakmadan kaçmışım. Akıllı bıdık! İşte filmi argadaşlan izledik (Kendisi de anormal sayıda film izler). Oturup beş dakika birbirimize sövdük filmi daha önce niye görmedik diye. İşte böyle talihsizlikler oldu Lecter'la aramda.


Ben baktım Hopkins insanı gerçekten kırpmıyor gözünü konuşurken. Öyle yani. Yarım saatten az bir süre gözüküyorsun filmde. Ama bir kere 'That's incidental' ya da 'Clariiiiiiiiice' demene bakıyor ya benim ilkokul veleti tepkileri vermem. Benim karaciğerimi bezelye ve şarapla yiyebilirsin. Jodie Foster ile evlenirim. Yani beni böyle kabul ederse benim için bir sorun olmaz. Sadece gözleri oynuyor ablanın. Bir de dudak inceliyor. Ama Clarice Starling insanı insan değil. Sıpoylır: O kuzucukları anlatırkenki hali olsun, elin katilini karanlıkta kovalarkenki çaresizliği olsun, Lecter'ın içindeki güzelliği anlaması olsun... Tabi kendisi bir de Dana Scully ablamızı ekrana koyan Chris Carter için ilham kaynağıdır. O şekilde de ayrı saygı duyarız. Müzükçimiz Howard Shore olmasa bu kadar etkili sahneler olmazdı bu saydıklarım o da var. Koca spoylır: Lecter'ın iki gardiyanı biçerekten gerçekleştirdiği kaçıştaki müzikler olmasa hiçbir şeyin bir manası kalmaz gibin geliyor bana. Lav.

Tavsiyede falan bulunmadım. Şimdi yanlış anlaşılma olmasın. Şu yazıyı bulup da okuyan biri, bu vakte kadar filmi izlememişse geçerli sebepleri vardır diye düşündüm. Oldu ki gözden kaçtı, aman diyeyim.


Sıkıntılar

4
Saat sabahın 7'si. İnanılmaz sıkıldım. Dedim bari haftalardır manasızca yaptığım nerdlüğün bana kattığı şeylerin ne kadar saçma olduğunu ortaya yazıvereyim. Çünkü tek akıllı benim ya, ondan.

Bir kere Death Note adındaki animeyi izlemiş ve izlememiş insan beyinleri arasında hala fiziksel olarak bir fark olduğuna inanıyorum. Şöyle ki animeyi izlediğiniz zaman ister istemez beyninizin daha önce kullanmadığınız bilmem kaç gramlık parçasını kullanmak zorunda kalıyorusunuz. Ben 3. kez izlemeyi bitirdim diye övmüyorum yani. Bir izle. İzledikten sonra zeka fışkıracak kafandan. Biri küçükken öyle derdi. Neyse.

Sonra 'Emma Thompson kadını hem yetenekli, hem zeki hem bikbik..' diye ötüp durmaya hayatımın sonuna kadar devam edeceğimi bir kez daha bu viyoyu izledikten sonra anladım.

The Daily Show With Jon StewartMon - Thurs 11p / 10c
Emma Thompson
www.thedailyshow.com
Daily Show Full EpisodesPolitical HumorTea Party

Clint Eastwood'un hem yönetip hem de rol aldığı The Bridges of Madison County denen filmi 25. kez izlerken, 25. kere aynı saniyede ağlamam normal bir tepki değildir bana kalırsa. Bir gözlem daha eklemece: Meryl Streep güzel değil. Gözleri bitişik, elmacık kemikleri çıkık (bu özelliği aslında onu yegane kılanlardan biri), ağzı yumuk, küçük falan.. Ama beni ve kimi ne ilgilendirir. Kadın İtalyan aksanı yaparken inandırıyor ya İtalyan olduğuna. İnanıyorum ben şahsen kendim.

Son olarak da Soledad Villamil (El Secreto de Sus Ojos'ta Irene rolündeki güzel insan) ablamızın sesini bir dinleyin. Tangocuymuş kendileri. Bilindiği üzere az bulunuyor böyle kişilikler. Hem kendisi güzel, hem oynaması güzel, hem de sesi güzel. Bir garip. Ayrıca film de sağolsun ben İspanyolca öğrenmeye başladım. Filmin tüm repliklerini ve anlamlarını ezberleyince gerisi geldi zaten.

NERD!

El Secreto de Sus Ojos

0

Bundan öncesinde pek de güzel filmler tavsiye etmemiş ipir arkadaşım izle dedi Gözlerindeki Esrar adlı 2009 yapımı Oscar'lı Arjentin filmini. Üç gün önce falan edinmiştim filmi. Duruyordu bilgisayarda. Bugün sordum ipircike. 'Onu izledim, bunu izledim, Dark Knight bile izledim sonunda.. Bugün ne izleyeyim?' İyi ki sormuşum. İyi ki.. Benim kafa nerdeymiş bugüne kadar diye hayıflanıyorum son bir saattir. Filmin içeriğiyle ilgili bir şey yazasım yok şu an. Çünkü biliyorum ki yarın 3. kez, ertesi günü 6. kez izlemiş olacağım filmi. Bir filmden ancak tekrar tekrar izleme isteğim geçtiği anda bahsedebiliyorum içerik olarak.

Bir adet The Remains of the Day sendromu bu. Hareket eden resimlerden bekleyebileceğim her şeyi verdi bana bu film. Kelimelerin oyun dışı bırakıldığı, gözlerle anlatılan bir aşkı yanında yedek oyuncu olarak getirmiş inanılamayacak kadar çarpıcı bir gizem. Oyuncu abilerim ve ablam. Siz nerdeymişsiniz de ben sizi görmemişim diyorum. Abla da ahım şahım bir güzellik yok lakin ki nerden gelmekte o çekici bakışlar, o gülümseme hiçbir fikrimiz yok. Abideki mavi bakışların da yardımıyla öne çıkan karizması..

Son on yılın en güzel filmini falan arıyorlar ya orda burda.. 'Abi dur, bulduk işte, sakin olun.. Nolan'ı da rahat bırakın. Burda abi son on yılın en iyi filmi.. Abi bir saniye..'

İzle. Kesin ve net.

Sinemaya gitmek

2



Bu gerçek bir yaşam öyküsüdür. Aylık izlediğim film sayısı anormal doğa olayları gerçekleşmediği sürece genelde 30-40 arası değişir. Fekat yılda sinema salonunda izlediğim film sayısı ben diyeyim 4, sen demek istersin 5 ... Abartı yok, şahitlerim var. Şimdi nerden açıldı derseniz konu Inception'ı izlemeceden geldim az önce evime. Ben ki Dark Knight'ı izlememek için hala direnen bir canlıyım, Inception'a hiç sorgu sual yapmadan gidiverdim. Imdb'ye 3 nomerodan girmiş dediler tabi, duramadım yerimde. Kısaca fikir de belirtelim filmle alakalı; şahsen lucid dreaming muhabbetiyle yakından ilgilendiğimden ötürü kurgu ilk dakika içerisinde beni hapsetmeyi başardı. Bir adet #3 filmi olmasa da izlenmeli sinemada. Ayrıca artık Hans Zimmer hangi filmin müziğine el attıysa izleyeceğim. Oyuncu takibinden sonra Zimmer takibine de başladım. Onun dışında 'Nolaaaaaaaannn, beni sevvvvv' tarzı bir tepki göstermedim film bittiğinde.

Gelelim asıl konumuza. Sinemaya gitmeyi sevmiyorum ben. Sevemiyorum. Geçen senelerde gittiğim filmlere baktığım zaman bir filmi sinemada izlememin tek nedeni Emma Thompson'ı ya da Anthony Hopkins'i büyük ekranda izlemek olduğunu gördüm. Yani öyle büyük ekran, sesler, efektler pek ilgimi çekmiyor. Odamdaki 51 ekran Grundig tv ve kafam büyüklüğündeki kulaklıklar gayet işimi görmekte. Ben zaten annemle falan televizyon izleyemeyen bir çocuktum küçükken. Başka biri odaya girip benle beraber tv izlemek için oturmaya yeltendiği zaman, televizyonun uzaktan kumandasını usulca sehpaya bırakır kaçardım. Çok şükür ki artık televizyonla ilişkim kalmadı. Yani demek istediğim bilmem kaç kişiyle aynı salonda oturup film izlemek pek huzurlu bir şey değil benim açımdan.


Sinemada ilk izlediğim film Aslan Kral'dı. Belki ordaki antilopların da bir etkisi olmuştur tabi. Bilemedim.

Notorious (1946)

1

En sevdiğim Hitchcock filmini yere göğe sığdıramayacağım önümüzdeki satırlar içerisinde, hazır olalım. 1946 yapımı Notorious filmimiz bana kalırsa hak ettiği yere gelememiştir 60 küsür yıl boyunca. Aslında kendisi o yıllarda çekilmiş en iyi korku - gerilim - polisiye üçlüsünü oluşturabilmiş filmlerden biridir. Ama benim için yeterli değil tabi. Hitchcock bilen, izleyen insanların bu filmi hatırlamak için istedikleri beş saniye hala gözüme batmaktadır. Filmin Ingrid Bergman ve Cary Grant'i birleştirmiş olması da tabi ki aptal bir bilgi benim gibi nerd için.

Bu sefer konu falan yazacağım. Çünkü yazıyı okumaya başlamış herkesin ilerideki bir ay içerisinde filmi izlemelerini can-ı gönülden arzulamaktayım. Özen göstermek gerek. Filmimiz babası vatan hayınlığından yargılanırken hala gülüp eğlenmeye devam eden, parti kızı şeklinde takılan Alicia Huberman (Bergman) adlı genç ve güzel bayanın Devlin (Grant) adlı Amerikan ajanından aldığı iş teklifiyle başlamaktadır. İki karakter arasındaki 'zıt kutup çekim kimya bik bik' tabi ki izlenmeden anlaşılamaz. CIA'in Huberman'dan yerine getirmesini istediği görev de şu şekildir, Brezilya'da Almanlar aracılığıyla yasa dışı pek çok iş yapan Alex Sebastian'ı (Claude Rains) baştan çıkararak, yaptığı iş ve etrafındaki insanlar hakkında bilgi edinmek. Tabi bu görev verilene kadar Devlin ve Alicia arasında engellenemeyen kimyasal ve fiziksel çekimlerden ötürü küçük kıvılcımlar meydana gelir. İşte efenim filmin geri kalanın da Alicia'nın vatanseverliğinden dolayı ortaya çıkan 'iki erkek arasında kalma' durumu, ajanlıklar, olay çözümlemeler Hitchcock kamerasından bize yansıtılmaktadır.


Gelelim filmin benim hafızamda bıraktığı izlere. Öncelikle Ingrid Bergman hadisesinden gireceğim yüksek müsadenizle. İzlediğim ilk Bergman filmi Casablanca'dır. Bilen bilir, ordaki Bergman karakteri gayet temiz kalpli, aşık, iyi kadın özelliklerini sergiler. İzlediğim ikinci Bergman filmiyse Notorious. Tabi karakterden karaktere geçiş bu kadar sert olunca gayet 'höeehh,,öehh' tepkileri vermiştim. Çünkü izleyeceğiniz üzere (çok eminim kendimden, alejandro) Alicia karakteri bahsettiğim gibi partilerden partilere koşayım, içeyim, eğleneyim, kimse bana dokunmasın imajı çiziyor filmin başında. İşte bu yüzden seviyorum oyuncu takip etmeyi, itiraf ediyorum. Filmle alakalı diğer nerd bilgilerine gelecek olursak, Hitchcock ve Bergman dostluğunun zirveye ulaştığı filmdir Notorious. Grant ve Bergman'ın da 35 yıl sürecek olan kanka modu da bu filmle başlamıştır. Filmde yer alan öpüşme sahnesi tarihinin en uzun öpüşme sahnesidir. Şöyle ki o vakitlerde bir öpüşme 3 saniyeden fazla olursa sensörlerden geçemiyor idi. Lakin ki Hitchcock filmdeki öpüşme sahnesi için garip bir yol izlemiş ve bu yakınlaşma sahnesi 3 dakikadan fazla sürmüştür. An itibariyle gereksiz bilgi vermek konusunda sınırlarımı aşmış bulunmaktayım.

Film arayışınıza son veriyorum. Notorious izleyin. Son yıllarda diyalog arayışlarından kurtulamamış,efekt üzerine efektle biz sinemasever insanları kandırmaya çalışan filmlerden çıkıp bir nefes alırsınız en azından. Ingrid Bergman güzel, Hitchcock kamerasından izlemek ayrı bir keyif veriyor.

Fitbol seven kız

1

Nike Write The Future from Wieden + Kennedy London on Vimeo.



Çok beğendim ya reklamı. Biz minikken Figo da olurdu böyle mini filmlerde. Tey tey..

Küççükken en çok beraber oyun oynanan kişi bir adet "abi" olunca böyle futbol izlemeyi de sevdim, Counter Strike da oynadım. An itibariyle de askerdeki abiye ithafen Battlefield nostaljisi yapacağım.

Müzik (kbps)

2



Hiçbir fikrim yok neden sabahın 6'sında böyle bir yazıyı yazmaya çalıştığıma dair. Sıkıntı. Biraz da müzik demek istedim aslında. Ezildi çok ya müzik arşivim şu bloga yazdıklarıma bakacak olursak. Halbuki uyanık olduğum zamanın yüzde doksanlık kısmında yer alıyor kendileri. Bir tek film müziklerinden bahsetmişim blogda. Bilinmez ki 6 yaşımızdan beri metal dinliyoruz. İşte liseli ergen metalciydik. Sonra üniversitede yine taviz vermeden metal. Gitarını al, metal konserini ver. Sonra sonra artık yavaş yavaş daha sakin müziğe olan özlemin ortaya çıksın. Şahsen benim dinleti hikayem bu kadar. İşte önümüzdeki küçük paragrafta da son zamanlarda pek çok beğendiğim, dinlemenin bir ihtiya haline geldiği dinletilerden bahsedeceğim.

Deftones denen çalgı çengi grubuna aşırı derecede takmış durumdayım. İlk çıktıklarında arkadaşlara nu metal demişler. Ama dinleyince takdir edersiniz ki öyle değiller. Ne olduğu belirsiz metal yapıyor abiler aslında. Şarkılarında eğlence aramaya kalkışmayın. Yok yani öyle huyları. İç karartıcı da değil. Sadece bulunduğunuz melankolik durumu çok daha çekilir hale getiriyor sizin için. Alternatif bir metal grubu arayışında olanlara tavsiyemdir. Digital Bath, Passenger, Minerva, Mein, Diamond Eyes başlayın derim, ordan nereye götürürse artık...

Bir de böyle ordan burdan gelmiş şarkılar var çalma listemden çıkmayan. Yumuşak bir giriş yapacak olursak: Frank Sinatra - Strangers in the Night. Çok üzüldüm ben bu şarkıyı bu kadar çok geç keşfettiğim için. Benim için yeni bir Damien Rice: Ben Harper - Alone. Biraz daha rock çizgisine çıktığımız zaman: Negramaro - Nuvole e Lenzuola. Guitar Hero'dan çıkıverdi karşıma. Sonra da geri yollamadım. Madem rock çizgisindeyiz toplu olarak Hypnogaja önermekteyim. Yeni nesil, yeni tat manasında. Son olarak metaldeki en son gözdeler ise Rammstein - Adios ve Novembre - Nascence olarak sıralanır. Aslında metale girersem çıkamam yani abartmama pek gerek yok o yüzden ilk aklıma geleni yazdım son bir iki haftada en çok dinlediklerimden.

Bir minik metalcinin günlüğü gibi olcaktı diye korkmuştum yazı. Şükür.

Yine notçuk: Fotoğraftaki gitarın sahibi nerd insan ben,evet. Ne uğraşmıştım o X şablonunu çıkartmak için. Piyüvvvvv...




do not want

2

Bloga başlarken de dediğim gibi genelde media ürünlerine karşı beslediğim hisler biraz fazla güçlü kuvvetli hisler. Bugüne dek hep ayıldığım bayıldığım şeylerden bahsettim. Lakin bilinmez ki bir filme, bir aktöre, bir diziye ya da bir çalgı çengi topluluğuna da aynı şiddetle fakat ters yönde hisler besleyebilmekteyim ve tabi ki işin kötü yanıysa hiçbir şekilde bu hislerimin değiştirilmesine fırsat vermememdir. Dikkat çekmek istediğim nokta da şudur ki az sonra sayacağım özel isimlerden nefret etmemin genelde geçerli bir sebebi yoktur. How nice... You remembered. (Yukardaki fotoğrafın listeyle herhangi bir alakası yoktur. Sakin olalım.)

  • Fox Mulder (The X Files)
  • Lost
  • Julia Roberts
  • Laura Roslin (Battlestar Galactica)
  • How I Met Your Mother
  • Audrey Hepburn
  • Jeux D'enfants
  • Roberto Rosselini
  • Abby Lockhart (ER)
  • Ralph Fiennes
  • Woody Allen

Ben başka bir yerde böyle bir yazı okusaydım "onlar da sana bayılıyordu" diye söylenip stumble tuşuna tıklardım. Ama işte insan nerd olmaya görsün, tutamıyor kendini. Şu listeyi bir dakika içerisinde oluşturdum. Eğer biraz daha düşünsem uzar giderdi muhtemelen. Çok sevgi doluyum.

The Kids Are All Right

0

Uzun süredir beklediğim filmdir kendileri. Jullianne Moore, Annette Bening. Bu kadar. Komiklik şakalar filmde tabi.

Animasyon falan

0

Aslan Kral'la başladı her şey. Şu yaşa geldim hala animasyon, hep animasyon. Pixar uçmuş kopmuş bir bünye. Adamların çiziktirdiği her şeyi ağzım açık izliyorum. Yaptıkları kısa filmleri bozulmuş kafa yapımı düzeltmek için kullanıyorum zaten. Neyse efendim işte dün sabaha karşı da Toy Story 3'ü izledik. 10 yıldır beklenen filmimiz. Ne güzel iyi ki de beklemişiz dedim. Yani animasyon klişeleri mevcud falan fücük... İyi de ben yarıldım filmi izlerken sana nolüyür?

Serinin 3. filminde kahramanlarımız zzzzzzz.. Böyle anlatılmaz bu film. Üniversiteye gidecek olan Andy oyuncakları ne yapsam ne etsem kaygısına girdiği anda filmin konusunu oluşturan yolculuk başlıyor oyuncaklar için. Belki spoilerdır bu cümleden sonrası bir dikkat edin derim. Barbie ve Ken ikilisi harika olmuş filmde. Küçükken oynadığım bebeklerin canlanıp gözümün önüne koyulması bayağı bir eğlendirdi beni. Kafamda kurduğum her şeyi izledim, pek hoş.

Seslendirme zaten oturmuş artık, yeni karakterler de özenerek seçilmiş anladığım kadarıyla. İki üç satırlık bir replik için kimler kimler girmiş kadroya, bakınca görürsünüz. Güzel işte filmle ilgili her şey. Bir de sinemada izlenebilir üç boyutlu hemi de.

Notçuk: Shrek Forever After da ilaç niyetine alınmalıdır.

ER ( 1994 - 2009 )

0


15 sezonluk bir diziyi tutup da üç beş kelimeyle özetlemeyi planlamıyorum tabi ki... Korkulacak bir şey yok yani. Tatilin ilk günlerinde dizinin 4. sezondan başlayıp 11.sezona kadar şöyle bir bakayım dedim kim bilir kaçıncı kez. Hala pek şirin, pek güzel..

Beklenildiği üzere çoğu 8-9 sezonun üstüne çıkmış dizilerin son sezonları çok ilgi çekmez ilk sezonlarına kıyasla. ER için de aynısı elbette geçerli. Şahsen ben 9. sezondan sonra bile pek tahammül edemedim kendilerine. Asıl neden 10. sezonun çok kötü olması mıdır? Zannetmiyorum. Sadece ilk 6 sezonun ne kadar mükemmel olduğunu görünce geri kalan kısım o kadar da tatmin edici olmuyor. Genel geçer şeyler yazmak istemiyorum diziyle alakalı. Tamamen kişisel düşüncelerimi yazacağım. Kısacası bir "eleştiri" yazısı gelmeyecek. Evet.




Öncelikle pek sevdiğim, biriciğim Elizabeth Corday'den (Alex Kingston) başlamak istiyorum. Kendisi azimli İngiliz cerrahımız olarak 4. sezonda diziye katıldı. Pek bir güzel, pek bir karizma ablamız. Ailecek onu da seviyoruz. Baş hekimlerimizden Mark Greene (Anthony Edwards) tv ekranında görülebilecek en uyumlu baş kahramandır çoğu zaman. Pek çok doktorumuz, hemşiremiz var tabi dizide. Klasik bir hastane dizisi olarak ER da bünyesinde pek çok aşk meşk ilişkisini barındırmakta tabi. Lakin her bölümde gelen değişik hasta çeşitleri diziye asıl heyecanı veren etmendir. Yani hastane dizisinde bir şekilde bir yerden dramatize edilir konu diye düşünüyor çoğu insan lakin ki öyle değildir. 15 sezon öyle geçmez tabi düşünürsek.

Diyorum ki dizi arayışındaysanız ve ortalıkta gezen sci-fi çakması dizilerden de bıktıysanız bir başlayın derim. Zaten sararsa bir bakmışsınız sezon 8'in ilgili bölümlerinde kendinizden geçmiş bir şekilde ağlıyorsunuzdur. Sarmazsa da True Blood izleyin. 3. sezon ilk bölümü dün geldi bir yıl aradan sonra. Hala aynı mükemmeliyette.

Dönüş

0

Yarın 3. sınıfın son finaline gireceğim. Benim için bitmiştir yani milleti bilemem de...Belki de son tatilimdir bu. O da bilinmez... Lakin möthiş planlarım var önümüzdeki üç ay için. Son iki ayda izlediğim film sayısı 20 olunca bir utandım kendimden, bir gaza geldim. Benim gibi bir nerd için bu sayı az yani, değil mi? Yavaştan kııılasik muhabbetinden de çıkmaya başlayacağım çünkü bitirdik Bergman'ı da... Belki 10. kez X Files izlerim. Scully vardı unutmamak gerek. Belki de günde beş filme çıkarım yine. Kim bilir... Tabi en güzeli bunların hiçbirini yapamadan Paris'e gitmek olur... Ben Paris'i seviyorum lakin Paris'te geçen filmlerden hoşlanmıyorum. Neden ki? Saçmalamanın doruk noktasındayken bırakıp akışkan mekaniğine doğru yönelmek en iyisidir.

Dip not: Dönüş diye bir Türk filmi vardı. Türkan Şoray, Kadir İnanır... Pek severim.

Classic Hollywood notları

0


Son 2 ayda izlediğim filmlerin listesine baktım az önce. Yaklaşık 40 tanesi 1940-50 yapımı... E dedim artık bir şeyler yazayım o kedar film izledim. Mini mini notlar tarzında.

1. Ingrid Bergman'ın her filmi izlenmeli. Ayrıca kendisi listemde Emma Thompson'ı geçmek üzere zannedersem. Bu mükemmel hatun kişisiyle ilgili de acilen uzun bir fangörl yazısı yazmalıyım. Sürekli harika, müthiş gibi kendini tekrarlayan sıfatlar kullanarak. Çok gerekli,evet.

2. Alfred Hitchcock var ya.. Hep olsun o işte izlenen filmlerin arasında. İki gün önce Dial M For Murder izledim. Yine kendi kendime dellendim daha önce niye izlemedim diye. Ruh hali nasıl olursa olsun gidiyor onun filmleri. Daha bitmedi gerçi hepsi.. Pek bahtiyarım o yüzden. Hitchcock demişken bir dipnot düşmek istiyorum kendisinin en öne çıkan filmi Rear Window'la ilgili... Kendisi filmdeki fotoğrafçı şahsiyet ve sosyete güzeli sevgilisini hazırlarken Ingrid Bergman'ı ve 1940'ların sonuna gelmeden beraber olduğu fotoğrafçı Robert Capa'yı örnek olarak almıştır. Filmde geçen 'farklı insanlar, farklı hayatlar' temalı konuşma gerçekte de Capa tarafından dile getirilmiş.

3. İlginç bir olay da gerçekleşti benim için kııılasik holivuda sardıktan sonra. Audrey Hepburn kişisini sevmedim. Denedim, izledim, baktım falan.. Cık. Halbuki annem demişti 'sen bu kadına da takarsın' diye.. Bilemedim ama olmadı yani. Bir durgun bakıyor filmlerde. İçtenlik bulamadım gariptir ki.. Dışarda söylesem bu lafı biliyorum ki ağzımı burnumu kırarlar.
4. 15 dakika öncesi itibariyle de Grace Kelly'nin yer aldığı her filmi izlemiş bulunmaktayım. Şöyle bir önerim var ki kendisi kariyerinin zirvesinde hölivüdü terk etmeseydi ne Audrey Hepburn olurdu ne başka bir şey... Çok da ciddiyim. Kendisi güzel,yetenekli bik bik bik.. (azcık aşağılarda var bu bik bik kısmının uzamış hali...)

5. Klasik filmlere takılınca ilginçtir ki favori aktör sayım arttı. Şöyle ki bu süreçten önce ki hayranlık beslediğim aktör sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi değil iki taneydi sadece (anthony hopkins, clint eastwood). İşte böyleyken şimdi kimler kimler doldu taştı: Cary Grant, Humphrey Bogart, William Holden, Gary Cooper, James Stewart... Hepsi birbirinden karizma abilerimiz. Rol kesmiyorlar o yüzden, kendilerini oynadıkları için gayet hoş görüntüler çıkıyor ortaya.

6. Bir de müzikal kısmı var tabi bu klasikliğin. Bing Crosby ve Frank Sinatra'ya hakim olabildim şu vakte kadar. İnanılması güç olabilecek derecede güzel müzik ve güzel oyunculuk mevcud bu iki güzel insanda da... Nasıl yapıyor siz onu? Böyle kalakalıyor ben.. şeklinde özetlenebilir kendileri.

7. Bir de "Play it again, Sam" diye bir cümle yok.. "Play it once, Sam. Play As Time Goes By" var.. Tamam, sakinim.

Sıkıştım kaldım 1930-60 arasında... Çıkıp geleceğim bugünlere.. Yakında..

Akademi ve Ödülleri

2

Sabah saatlerimiz yaklaşık olarak 07:00'ı gösterirken Tom Hanks çıkıverir ekranlarımıza 82. Oscar ödül töreninde en iyi filmi sunmak üzere. 10 filmin bir arada en iyi film için aday gösterildiği son yıl olan 1943 yılındaki ödülü kazanan Casablanca'dan 'Bogart and Bergman classic' olarak bahseder ve akabinde zarfı açar. The Hurt Locker dediği gibi ben bir hışımla televizyonu kapatıp, derse gitmek üzere okula yollanırım.

Oscar'ların suyu çıkalı -herkesin de farkına vardığı üzere- çok uzun zaman oldu. Böyle bir politik bilmem neler, efendime söyleyeyim bir akıl oyunları, prestij ödülü bizimkisi her ağlatan filme ödül vermeyiz havaları vb. Tamam orayı anladık zaten de şimdi bu sabah ki olayı neyle açıklarsın? Hadi tamam Avatar ve James Cameron ikilisine tavır almışsın, oldu. Popüler kültüre 'boooo' yapmışsın, o da tamam. Lakin bir dön, bir bak... The Hurt Locker '2010 yılında Oscar aldı' şeklinde tanımlanabilecek bir film mi? Hiç kafa karmaşıklığı yaratmadan bunu bir sor... Madem Avatar'ı gözden çıkarmışsın, Precious var. Artık taktik falan da değil Academy'nin yaptığı. Anlamaya çalışmayı bıraktım kendilerini...

Yani hakikaten uykusuz bilmem kaç saat derse girdiğime mi yanayım? Bullock hanımefendi sahneye çıktığında o saatte sinirlenip bağıramadığıma mı yanayım? Böyle müthiş bir gecede 'As Time Goes By' çalındığına mı yanayım? 16. kez Meryl Streep'i bu törenlere getirip aynı şekilde eli boş göndermelerine mi yanayım? Aday falan da yapmasınlar artık kendisini. Katherine Hepburn'ü geçemeyecek kimse, onu da gözümüze soktunuz uzun süre önce. Daha fazla heyecan yapmanın bir gereği yok bana kalırsa. Bullock ne ben anlamadım. Streep'in en iyi performansı olmayabilir Julia Child, lakin bu Bullock'un ödülü hak ettiği anlamına da gelmiyor sanırsam. Valla tüm adayları izlememiş olsam, kuyruğumu kıstırır otururdum da hepsini izledim artık konuşma hakkı tanıyorum kendime. Sinirlenme kudurma hakkımı da kendi kendime vermiş bulunuyorum okunulduğu üzere.

Pek sinirlendim. İki üç güzel sahneden de bahsedeyim en azından hoşuma giden. Gaddar değilim aslında o kadar. Lauren Bacall gördüm. Keyiflendim. Eskil dönemlerde hem güzel hem de 'yetenekli' genç aktrislerin olduğu gerçeğinin izleyiciler tarafından hatırlanmış olmasını dilerim. Steve Martin ve Alec Baldwin'in sunuculukları bir metinden öteye geçememiş olsa da iki sunucu da bunu seyirciye aksettirmemek için gayet çaba sarfettiler, takdir ettim. Paranormal Activity göndermesi ödül töreni skeçlerinin arasında en iyilerden biridir bugüne kadar. Jeff Bridges'e saygılarmı sunarım. Katherine ablama ise hayatta başarılar diliyorum (melodisiyle söyledim bu kısmı).

Casablanca'yla aynı makama kondu ya bu film... Daha ne diyeyim ey Akademi.

Manalı...

2



Ingrid Bergman'ın otobiyografisini okumaktayım. 1940'ların sonunda skandal olmuş Bergman - Rosselini ilişkisinin başlangıç kelimelerini görünce dayanamayıp buraya koymak istedim. Daha böyle çok cümle alacağım gibi geliyor kitaptan...

Dear Mr Rosselini,
I saw your films Open City and Paisan, and enjoyed them very much. If you need a Sweedish actress who speaks English very well, who has not forgotten her German, who is not very understandable in French, and who in Italian knows only 'ti amo', I am ready to com and make a film with you.

Ingrid Bergman

Ingrid Bergman'ın dünyadaki en ünlü film yıldızı olduğu yıllardan birtanesi, 1948... İtalyan bir yönetmene yazdığı bir mektup. Bu açıdan da bakılabilir mektuba.Bahsettiği dillerin hepsini sullar seller gibi konuşuyor olacak kendisi, yıl 1950 olmadan. Kendimi zor tutuyorum şu anda 'obsessive compulsive' fan yazısına başlamamak için... Kitabı bitirmeye saklıyorum tüm hayranlık sıfatlarımı ve ünlemlerimi...

Yönetmen ve Oyuncu

3

Bu seferde Vanity Fair'in gayet ilgi çekebilecek bir portfoliosuna rastladım. Geçtiğimiz yılda öne çıkan yapımlarda yönetmen ve oyuncu ilişkisi anlatılmış. Oscar'dan önce iyi gider diye düşündüm.
Görebileceğiniz üzere üsteki çalışma A Single Man'e aittir (Hala izleyemedim deli gibi istesem de). Diğer çalışmalarsa bu taraftadır... James Cameron ve 3-D kamerası diyorum sadece.

Hollywood Portfolio 2010

Geçen senenin Oscar adaylarını aynı şekilde yad etmek isteyen varsa o da şöyle gerçekleşebilir. Clint Eastwood'u koymasam ölürdüm, evet...



Hollywood Portfolio 2009

OST

0
Henüz geyiğin tam oturmamış olduğu bir topluluğun içerisinde klişenin dibine vurarak muhabbete başlamak isteyen arkadaşların sorduğu 'ne tür şeyler dinlersin peki?' sorusu karşısında mecburiyetten ötürü cevap verme durumum varsa 'hedehödö metal,zödözübü metalve soundtrack' derim. Kesinlikle abartmıyorum. Metal arşivim kadar soundtrack arşivim bulunmaktadır. Zaten klasik müziğe olan ilgim biraz da film ve dizi müziklerine olan ilgimden kaynaklanıyor olsa gerek. Ben de dedim ki bugüne kadar dinlediklerimin en iyilerini bir sıralamak lazım.


1. Bear McCreary - Battlestar Galactica Soundtrack

Battlestar Galactica hakkındaki yazımı yazmadan önce müzikleri için yazmak nasip oldu. 4 sezonun soundtrack albümü içinde aynı şeyi diyebilirm. Diziyi izleyip izlememenizin hiç bir önemi yok. Bear McCreary dizi müziği sektöründe yeni bir kulvar oluşturmuştur bana kalırsa. Sadece BSG müziklerini çaldığı konserlerin bilet satışlarından da anlaşılabilir aslında kendisinin ne denli iyi müzik yaptığı. Dinlemek isteyen olur diyerekten favori parçalarımda şöyle sıralanır: Roslin and Adama, Refugees Return, Pegasus, Diaspora Oratorio, The Signal... Son olarak kendisinin ve grubunun BSG için coverladığı All Along the Watchtower'ı dinlememiş kimse olmasın isterim zaten. Bu özellikleriyle de BSG OST tüm film müziklerini geride bırakmıştır benim için.

2. Philip Glass - The Hours
The Hours yazımda müziklerinden de bahsetmiştim zaten. Bugüne kadar dinlediğim yüzlerce film müziğinin en iyisidir bana kalırsa. Albüm elinize geçerse The Poet Acts için özel bir çaba sarfetmenizi dilerim.


3. Hans Zimmer - The Last Samurai OST
Hans Zimmer'ın bugüne kadar yaptığı müzikten haberi olmayan sinema sever olacağını pek düşünmüyorum. Çoğu başyapıtın müziklerinin arkasında Zimmer vardır. Albüm için dinlemeden ölmeyin diyebilirim, dedim bile. Müzikler tek başına çok etkileyici tamam. Bir de filmdeki sahnelerle kafanızda eşleştirebilirseniz bir film müziğinden çok daha fazlasını dinleyebilirsiniz bence. A Way of Life ise en güzel örnektir.



4. Love Actually Original Sondtrack
Romantik komedi için toparlanabilecek en güzel albümlerden birisi Love Actually albümü de. Craig Armstrong 'un katkıları tabi gözardı edilemeyecek kadar mühim albüm içinde. Kendisi benim favori bestecilerimdendir zaten. Piyano konçertolarını seviyorsanız kendisinin Piano Works albümüne bakın derim.
Albümde Joni Mitchell'a ait Both Sides Now adlı parçanın bende çok özel bir yeri olması nedeniyle favori parçamdır. Emma Thompson'a sevgilerimi yollamayı bir borç bilirm.



3. Hans Zimmer - Gladiator
Ama Zimmer candır. Müziğini saatlerce kesintisiz dinleyebiliyorsanız iyidir, güzeldir her bir şeydir. Lisa Gerrard etkisi ise albümün her yerinde hissettirmektedir kendisini. Bu arada henüz kendisini dinleme şansını yakalayamadıysanız Elsyum, The Wheat ve The Host of Seraphim parçalarını şiddetle tavsiye ediyorum.
Albümün en göze batan parçalarından başı çekenlerse Honor Him ve Reunion..



İlk 5 sıralamam böyledir. Pek de değişeceğini zannetmiyorum. Ama bundan sonra isimlerini vereceğim albümlerin sıralamasının değişmesi olasıdır.
  • The Stranger Fiction OST
  • The Matrix Reloaded OST
  • Clint Mansell - Moon Original Score
  • Tan Dun - Hero Original Sondtrack
  • Six Feet Under Vol.2 - Everything Dies
  • Howard Shore - The Silence of the Lambs OST
Yukarda adı geçen albüm ve sanatçı isimlerinin boşluk doldurma amacıyla yazılmadığını temin ederim. Şiddetle tavsiye modum geçerlidir her biri için... Seyretmekten arta kalan zamanlarınızda iyi dinlemeler diliyorum efenim...

Dip Not: Az önce Oscar adayları belli oldu. Tahmin edilen isimler ve yapımlar. Favorilerimde çokmuş meğersem.

Lambs Screaming

3

Empire dergisinin 20. yılını kutlama amaçlı yaptığı fotoğraf çekiminden bir kare... İki üç ay öncesine ait aslında fotoğraf. Yeni gördüm, ağzım açık bakıyorum yarım saattir. Unutulmaz filmlerin unutulmaz oyuncularını bir araya getirme projesi yapmış dergi. Teşekkür ediyorum emeği geçen herkese. Anthony Hopkins ve Jodie Foster. Fotoğraf çok güzel ama be...
Orjinal linkine ulaşamıyorum an itibariyle.Unforgiven, Matrix ve türevleri içeride bulunmaktadır.
http://www.stumbleupon.com/su/231Lm1/atticus-flinch.livejournal.com/473373.html%3Fmode%3Dreply

The Hours

2

Dün Michael Cunningham'ın romanını bitirdim ve elim hemen The Hours'un DVD'sine gitti. Bu da bu sene kazandığım bi alışkanlık. Baş ucu filmlerimden kitaptan uyarlama olanlarının kitaplarını orjinal dilinde okuduktan hemen sonra filmi tekrar izlemek ve senaristin nerede, nasıl eklemeler veya çıkarmalar yaptığını gözlemlemek ve nedenini sorgulamak. The Hours'ta da aynısını yaptım yani...
Film izlemeye kıyamadığım filmlerin başında gelir aslında. Çok narin, çok karmaşık, çok yoğun... Üç kadın üç hikaye gibi sıradan bir betimlemeye başlamayacağım tabi ki filmi anlatmaya... Film öncelikle Virginia Woolf'un zekasını ortaya koyuyor. Zaten dün izlediğim belgeselde de Michael Cunningham'în kitabı yazamaya başlama sebebi Woolf'un zekasına olan hayranlığı.

Virginia Woolf 1923 İngiltere'sinde kitabı yazmaya başlıyor. 1951'de Laura Brown Los Angeles'ta kitabı okumaya başlıyor. 2000'li yılların New York City'sinde ise Clarrissa Vaughn, kitabın karakteri olan Mrs. Dalloway'in o gününü yaşamaya başlıyor. Beklenileceği gibi bu üç kadının arasındaki tek bağ sadece kitap değil tabi. Sahneler gözünüzün önüne geldikçe 'daha iyisi olamazdı' şeklindeki düşünceleriniz başka bir bağın ortaya çıkmasıyla sönüp gidiyor. Bu bağların dışında her dönemin kendi içindeki karmaşıklıkları, umutsuzlukları zaten size bu filmin neden bu kadar köşede kaldığını sorgulamanıza yetiyor.
Sadece olağanüstü diyebiliyorum ben bu filme. Kullanılabilecek sıfat bulamadığım 3-5 filmden bir tanesidir The Hours benim için. Filmin somut materyallerine gelecek olursak; Philip Glass müziklerde inanılmazı gerçekleştirmiştir bana kalırsa. Ben soundtrack konusunda çok hassas bir insanımdır ve The Hours'un müzikleri OST listemde bir numarada yerini alır. İzlediğim belgeselde müzikler için ayrı bir bölüm de vardı ve Philip Glass buyurdu ki filmin hikaye akışındaki dördüncü karakterin müzik olacağına inandığı için bu kadar yoğun piyano konçertolarına başvurmuş.

Bir film hakkında konuşurken en sevdiğim iştir oyuncuları hakkında yorum yapmak. Çok fazla da hor görülmüşümdür bugüne kadar 'oyuncu takip ettiğim' için. Ama beni bozmaz yani, şu üstteki resimin çekildiği odada bir iki nefes alsam yeter yani. Nicole Kidman; hiç bilmem, hiç bakmadım, hiç bakışmadık biz kendisiylen bu filme kadar. Ama olmuş yani, söylenecek başka kelime yok. Kim koyduysa eline sağlık diyorum. Oscar'ı da bu filmle evine götürmüştür kendileri.
Jullianne Moore; zaten başta varım diyorum. Bana kalırsa üç karakterden en karmaşık olanı Jullian Moore'un karakteridir bu filmde ve kendisi karakterin içinde bulunduğu ikilem bile diyemeyeceğimiz durumu sadece bakışlarla sunabilmiştir bize. Seviyoruz kendilerini, ailecek takip ediyoruz... Meryl Streep; ne dense boş, geçiniz.. 1970'lerden bu yana çektiği filmlerin hemen hemen hepsini izlemiş bulunmaktayım. Mükemmeliyetçiliği yönetmene çok çektirmiş olsa da bu filmde sonucu enfes olmuş . Clarrissa ve Richard'ın sahnelerinin yoğunluğunun insana yaşattığı şeyleri izleyen bilir diyorum.

Diyeceğim o ki vakti zamanında görüp de geçtiyseniz bu filmi geri dönün, izleyin. Benim bu şekil kaçırdığım çok film olmuş daha yeni yeni telafi ediyorum. Kafanız ne kadar rahat olursa olsun filmden sonra bir yarım saatlik oturup düşünme sürecine girilmesi gerektiğini söyleyeyim. Böyleymiş ve arta kalan vakitte de Mrs. Dalloway okuyalım. Evet.

Altın Küre Ödülleri!

0

3 günlük bir gecikmeyle seyredebildim ödül törenini. 3 tane finalim sağolsun. Efendim ödül törenlerini izlemeyi pek bir severim. Filmlerini ayılarak bayılarak izlediğim insanları canlı bir şekilde izlemek bence ele geçen az fırsatlardan birtanesi. Onun dışında hani kim neye aday olmuş, kim ödül almış elbette takip eder ve sonucunda sinirlenme veyahut sevinme hissayatlarına kapılırım. Fakat ödüllendirme sürecinin hala nasıl işlediğini tam olarak benimseyemediğim için çok da kafaya takmam açıkcası. Kime göre iyi, neye göre iyi gibi klişe sorular hep durur benim beynimin bir köşesinde. İster Golden Globes, ister Emmy ya da Oscar ödülleri...


Neyse efendim dün izlediğim ödül töreninden sonra ekranı pek de hoşnut kapattığım söylenemez. Favorileri adaylarımın sadece bir kaç tanesini sahnede görebildim. Birtanesi Julliana Marguiles (The Good Wife). Glenn Close'ın karşısında durmak o kadar da kolay bir iş değil. Onun dışında iki adaylıkla katıldığı komedi veya müzikal dalında en iyi kadın oyuncu kategorisinde Meryl Streep (Julie & Julia) ödülün sahibi olmuştur. Şaşırmadığım bir manzaraydı aslında benim için. Elinde Altın Küre olan Meryl Streep olağan bir sahnedir aslında. Gene uzun ama mükemmel bir konuşma yapmıştır sahneye çıktığında. Benim şaşacağım şey ise 1983'ten bu yana hasret kaldığı Oscar heykelciğini evine götürmesidir bu sene. Son kazanan favori adayım ise Alec Baldwin (30 Rock). Komedi dalındaki en iyi dizinin Glee seçilmesi Alec Baldwin'in yine ve yine ödülü kazanmasına gölge düşürdü aslında. Olsun ben mesudum. Glee ödül aldıktan sonra yeni dizilerin sahneye çıkabileceğini gerçeğine çok fazla kendimi inanadırmıştım derken True Blood için aynı şey geçerli olmadı. Mad Men drama dalında en iyi dizi ödülünü tekrar kazanmayı başardı. Sonunda izleyeceğim diziyi, o olacak en sonunda.

Şimdi seçilemeyen favorilerime gelecek olursak en başta ve en başta Julliane Moore (A Single Man) gelmektedir. Yardımcı kadın oyuncu rolünde gerçekten istiyordum ödülü almasını. Lakin bilmiyordum ki Mo'Nique (Precious)'in de adaylığı varmış aynı kategoride. Precious'ı da az sonra izleyeceğim o yüzden şu anda bir yorumda bulunmam manasız olur. Aynı şekilde sahneye çıkmadığı için üzüldüğüm Emily Blunt (The Young Victoria). Gerçekten genç, güzel ve yetenekli bir kadın oyuncu kendisi. Sandra Bullock'tansa oyunculuk mantığını anladığım günden beri nefret etmekteyim. Gereksiz insan modeli gibi gelmekte bana. Morgan Freeman (Invictus) beklerdim ama yine izlemediğim bir aday Jeff Bridges (Crazy Heart) aldı ödülü. Önyargıyla kesinlikle yaklaşamam, büyük bir ihtimalle kayda değer bir performans sergilemiştir kendisi tahmin edilebileceği üzere. Up ve Avatar ise bana göre klasik bir Oscar provası yaptılar. Avatar için çok konuşuldu, yazıldı, çizildi ve hala kimse emin değildi en iyi yönetmen ve en iyi film dalında kimin galip geleceğini. Oscar için de aynı korkular yerini alabilir James Cameron için.

İşte bir Golden Globes da böyle geçti. Çoğu adayları izlediğim için daha iyi bir eleştiri rotası çizmiş oldum kendime ve tabi her sene olduğu gibi izlenebilecek yeni çalışmalar sundu önüme. Hazır bir boşluk bulmuşken gideyim, izleyeyim.

Dip not: Moon (2009) izlenmeli.

The Princess

3


Tamam. Sadece bu resimin açtığımda burda olmasını istedim. Grace Kelly. Asalet, güzellik, yetenek... Klişenin dibine vurmak niyetindeyim amma velakin çok içten dile getiriyorum bu isteğimi. Ne olurdu benim de gençlik dönemim 50lere tekabül etseydi? Şu endamı şu zarafeti canlı olarak izlemiş insanlar var. Sorgulatmayın şimdi bana hayatı? Saçma sapan emo kılıklı insanların yüzünü görmekten sıkıldım, hölüvüd sağolsun.

İnanılması güç ama ilk yayyy feaan göörl yazımı da Grace Kelly için kullandım. Değdi ama! Anlamadığım noktalar var: Şimdi o emo kılıklı biciriklere oyuncu diyolarsa (ki herkes her yerde gayet utanmadan ödüllere falan aday gösteriyorlar.) bu yegane insana ne diyeceğiz o zaman? Ben insansam, o ne? İşte güzel sorular.



Öz bir şekilde de Grace Kelly'nin beni ve tabi ki o yıllarda yaşamış çoğu herkesi şaşırtan hikayesinden bahsetmek isterim. Kendisi efendim modelliktir, reklamlarda yer almasıdır, tv dizilerinde rol kapmasıdır derken tam anlamıyla 50'lerde Hollywood'a damgasını vurmakla kalmayıp, oynadığı hemen hemen her filmdeki (inanılması güç ama sayısı 11) rol arkadaşıyla adı anılmıştır özel hayat söz konusu olduğunda. Oscar'ını alıp, Bing Crosby ve Frank Sinatra'yla müzikalini yaptıktan sonra kendisi Monako Prensesi olmak üzere sinema hayatına veda etmiştir. Rear Window'u izledikten sonra gelenek haline gelen 'imdb 'de film hakkında bakınmaca' eylemindeyken farkettim ki kendisi 27 yaşından sonra hiçbir filmde yer almamış. Bir de bakıyorum ki Monako Prensi'yle evlenen Grace Kelly bir daha hölivüde adım atmamış her ne kadar çok istese de...

Benimkisi obsessif kompulsif sendromu. Sadece kendim için 'role model'larım mevcud ve onlar hakkında okumayı, yazmayı bir şeyler yapmayı sevmemden kaynaklanıyor bu takıntı hadisesi. Ama Grace Kelly şimdi... Güzel değil diyecek olan varsa bir zahmet, bir dağa falan çık ne bileyim...

DVD helelöy

3


canlarım cigerlerim DVDlerim:

1. ER sezon 6
2. ER sezon 7
3. Matrix Trilogy

Emma Thompson koleksiyon başlangıcı:
4. Sense and Sensibility (2 Disc edition)
5. Angels in America
6. Stranger Than Fiction
7. Junior
8. THE REMAINS OF THE DAY
9. Love Actually
10. Sense and Sensibility
11. Last Chance Harvey
12. Carrington
13. The Winter Guest
Emma Thompson koleksiyonumuz son buldu. Devamı:

14. Battlestar Galactica: Mini Series
15. İlk Aşk
16. Maverick
17. CASABLANCA (Special Edition)
18. Hannibal
19. Coupling sezon 2
20. Donnie Darko
21. Devrim Arabaları
22. Laws of Attraction
23. Elizabeth: The Golden Age
24. The Devil Wears Prada
25. The American President
26. Jeux D'enfants
27. Dark City
28. The Sea Inside
29. The Last Samurai
30. The Bridges of Madison County
31. The Hours
32. The House of Mirth
33. THE SILENCE OF THE LAMBS
34. Elizabeth
35. Lost in Translation

Alt sıra:
1. The X Files Sezonlar 1-9 Boxset

Capslockın hışmına uğramış üç film şu anki benim için en manalı üç filmi temsil eder. Listenin genişlemesi ve tüm kütüphane raflarının yeni dvdlerle dolması dileğiyle..

I wish I didn't love you so much

0


Theory of machines finalime çalışacağıma Casablanca izleyeyim dedim ve sonra da buraya düştü yolum. Abartmıyorum son 2-3 haftadır günlük Casablanca dozajımı almadan uyuyamıyorum. Buna film diyolarsa, son on senede çekilmiş tüm romantik komedilere film denmesin istiyorum. O nasıl bir kara mizah, nasıl bir oyunculuk nasıl bir son? Diyalog var,evet. Bildiğin diyalog len işte diyorsun, yok değil. Zeki insanlar oturmuş film yapalım demişler, teşekkür ediyorum hepsine teker teker..

Böyle güzel anlaşıyoruz Casablanca'yla. O derece sevdim ki kendisini keşke hafızayı sildirip hiç izlememiş gibi izleyebilsem, şaşırsam, üzülsem, ağlasam... N'olur? Aklım nerdeymiş de bu kadar zaman beklemişim? Tamam film çıkalı zaten olmuş 67 yıl da en azından 60. yılında izle bu neymiş de, bir bak adamlar ne yapmış o vakıtlar? Neyse gene güç oldu geç olmadı diyelim.

Casablanca adı verilen 102 dakikalık mükemmeliyet film sektöründeki klişeleri yaratmıştır. Bu sahne de her filmde vardır, her aşk sahnesi böyle biter, her kötü sonda bu söylenir... Bu gibi tanılamaların ya da gözlemlemelerin hepsi ve hepsi bize Casablanca tarafından sunulmuş nimetlerdir. Bize sunduğu sadece mükemmel ötesi hikayesi ve mizah anlayışı değildir tabi filmin. Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman'ın yanında Calude Rains'i alır getirir size bu şaheser. Humphrey Bogart'ın canlandırdığı karakter Rick aslında tam anlamıyla benim nefret edeceğim baş kahramanların karması şeklindedir. Lakin aşkın karşısındaki utangaçlığı, savunmasızlığı, acizliği tüm kendini beğenmişlik ve bencillik ögelerini siler Rick'in. Ingrid Bergman hakkında konuşmak zaten apayrı bir yazı dizisi oluşturur eminim. Şöyle özeteleyebilme durumum vardır belki; kendisi Emma Thompson'ın arkasından 2. sıraya yerleşmiştir benim listemde. O nasıl bakışlar, o nasıl durgun bir ses tonu ve yüz ifadesi, o nasıl muhteşem bir İsveçli aksanı... Belki bu özellikler ayrı ayrı insanlarda olsa gayet itici olabilir ama hepsi bir oyuncuda birleşince inanılmaz bir güzellik ve asalet çıkmıştır ortaya. Sadece Casablanca'ya bakarak konuşamazdım tabi bu kadar bir oyuncu hakkında. Son 2 haftada 7-8 filmini izledim Ingrid Bergman'ın. Hepsinde olağanüstü, Hitchcock sağolsun tüm yeteneklerini ortaya çıkarmış Bergman'ın genç yaşında.

Filmle ilgili sevilecek sevilmeyecek o kadar çok klişe söz vardır ki listelemekle bitmez. Fakat en sevdiğim cümleyi Ingrid Bergman'ın ağzından duymanızı ŞİDDETLE tavsiye ederim: "I wish I didn't love you so much..." Nedir bu??Neyse filmin konusudur, hikayesidir,yeridir, zamanıdır bunlar bir film hakkında konuşurken bahsedeceğim en son şeylerdir. İsteyen izler şeklinde bakarım olaya.Çok daha fazlasını hakediyor aslında Casablanca ama benim final notlarım da aynı şekilde daha fazla puanı hakediyorlar büyük bir ihtimalle. O vakıt finallere çalışmaktan sıkılınca görüşmek üzere.. Kendini aşmış DVD listemle döniciiiim...